Çatı katı dairemizin mutfak masasında oturuyor, dingin körfez manzarasını izliyorum. Terastaki rüzgâr çanları esinti eşliğinde şıngırdıyor, düş kapanlarının saçakları savruluyor. Havada, çiseleyen yağmurdan kalma buruk bir toprak kokusu var. Mutfağın üzerine çıkılan kaçak yarım kat ve önündeki büyük teras bu evi eşsiz kılıyor. Saksılar dizi dizi; içlerinde pembeli, sarılı menekşeler, sardunyalar, bir limon ağacı, bir de bodur çam. Duvarları şarap rengine boyalı üst kat ile mutfak storlarının kumaşı aynı tonda. Gözlerim denizin maviliğinde yüzüyor. Güzel bir sonbahar sabahı.
Buraya gelirken yaşadığım heyecan, hissettiğim mutluluk artık yok. Duyduğum gurur, soluklarına karıştığım aşk ayaklar altında sürünüyor. İnandığım adam yalan, ardımda bıraktığım şehir kırgın. Sevilmeye olan ihtiyacımın beni savurduğu yollarda kayboldum. Kollarım yanlarıma düştü. Yenildim.
Çocukluğumun yalnızlığı üşüşüyor aklıma. Küçük yaşta kaybettiğim babamın yokluğu, çok çalışan annemin ilgisizliği, hayattan bıkkınlığı. Gözünün içine bakıp, aradığım mutluluk izleri. Hafta sonları odasında perdeleri kapatıp, ışığı içeri sokmadan yatışı. Hiç geçmeyen baş ağrısı. Ceviz mobilyalarla dolu odada, makyaj masasının aynasındaki yansımamı seyredişim ve o yansımada göremediğim benliğim.
“Geçti mi anne?”
“Hayır.”
Geçmezdi. O karanlık odada saatlerce oturur, ona bir şey olmasından korkarak beklerdim. Arkadaşlarımın neşeli, hayat dolu annelerini gördüğümde içimi derin bir hüzün kaplardı. Şaşırırdım.
Evde tek başıma gelmesini bekliyorum. Dün gecenin eseri olan morarmış kollarımı ovuşturuyor, dudağımın kenarındaki kabuğu dişliyorum. Dilimle yokladığım kabuk kopsa ağzıma gelecek tuzlu kan tadını duyumsuyor ve zonklayan dudağımı emiyorum. Sızı tüm bedenime yayılıyor. Gideceğini söylediği yerde olmadığını biliyorum. Bir kadınla beraber olduğunu biliyorum. Birazdan hiçbir şey olmamış gibi geleceğini, bana sarılacağını biliyorum. Bir zamanlar kazanacağımı zannettiğim bu oyunu kaybettiğimi artık biliyorum.
“Keşke hiç gelmeseydin buraya.”
“Öyle mi oldu şimdi?”
“Ne istiyorsun kızım benden? Evleneceğimizi falan mı sanıyorsun?”
“Bir şey sanmıyorum. Benim bütün istediğim senin yanında olmaktı.”
“Arama beni bu gece. Düşme peşime.”
Çatı katı dairemizin mutfak masasında oturuyor, dingin körfez manzarasını izliyorum. Gemileri saydım; bugün on iki tane. Zulasından bir cigaralık sardım. Kafam güzel olunca zaten her şey güzel; bir zamanlar beni aldatmasında bile çekici bir yan bulurdum. Sonunda bana dönüyor. Erkektir yapar, yapacak tabii. Üstelik çok yakışıklı; muzip bakışları, bedenimi saran sıcacık elleri, karşısında dimdik durduğum yakıcı öfkesi, içime çekmeye doyamadığım kokusu, yıllardır unuttuğum kalp çarpıntısı. Kahkahalar, sokaklarda el ele gezmeler, birlikte ağlamalar, alışmalar, dertleşmeler, sımsıkı sarılmalar ama yine de anların tükenişi, tam olmayışı bir türlü.
Çocukluğumun zifiri karanlık korkuları doluşuyor aklıma; odamın baktığı apartman boşluğundan geceleri gelen sesler kulağımda. Korkuyla annemi uyandırışım:
“Anne, uyan birileri var boşlukta. Balkona tırmanacaklar... Anne!”
“Kimse yok, uyu hadi.”
Karanlıkta dinlediğim sesler, gözümü kapadığımda duyduğum korku, yanımda tuttuğum, sarılmadan uyuyamadığım büyük, pembe kılıflı yastığım. Şimdi bile bir yastığa sarılmadan uyuyamayan büyük yalnızlığım.
Merdivenlerdeki ayak seslerini duyuyorum. Bir anahtar şıngırtısı. Kapı açılıyor. Keyifli. Pastaneden simit, poğaça almış.
“Günaydın.”
“Hoş geldin.”
“Bir çay koysana, bak kahvaltılık getirdim.”
Su kaynıyor çoktan, kalkıp çayı demledim. İçeri gitti, eşofmanlarını giydi. Mutfağa dönüp bana sarıldı.
“Nasıl geçti gecen?”
“Seninki kadar iyi değil.”
“Ne demek bu? Gene ne kurdun kafanda?”
Yalancı!
“Hiç.”
Bu yeterli bir cevap olsa gerekti, konuyu değiştirdi. Manzaraya bakarak, “Ne çok gemi var bu sabah,” dedi.
Masa örtüsünü serdim, sofrayı kurdum. Aldıklarını bir tabağa yerleştirdim. Zeytin, peynir çıkardım. Çayı bardaklara doldurdum. Masaya baktım. Mutluymuşuz gibi oldu. O elini yüzünü yıkayana kadar sabahlığımı çıkarıp üzerime bir tayt ve tişört geçirdim. Oturduk. Gözlerimde sönen ışığın farkında değil. Rolünü sürdürmeye devam ediyor. Oysa ben sona vardım. Ona hiçbir şey söylemeden bu işi bitirdim. Çoktan toplandı valizlerim, bu kez uçak biletim tek yönlü. Seni ardımda bıraktığımı bile fark etmeyeceksin.
“Akşamüstü Konak’a yürüyelim mi?” dedi.
“Olur, çok geç kalmayalım ama sabah uçağım var biliyorsun.”
“Şu senin sevdiğin kafeye de gideriz. Çeviri parası geldi.” Gülümsemekle yetindim.
Keyifli olduğu hafta sonlarında, sevdiğimiz lokantalardan birinde yemek yer, bir barda takılır, geç vakit eve gelir, cigaralarımızı içer, saatlerce sohbet eder, film izler, sevişir uyurduk. Akşamüstü kalkardık. Aynı sevinçleri arayan ve el yordamıyla yaşamaya çalışan insanlardık, belki de bu yüzden bu kadar bağlandık.
Bir de sonu gelmeyen kötü günler vardı; yüzümü görmek istemez, kendini çalışma odasına kapatır, dünyaya ve -en yakınında ben olduğum için- bana duyduğu öfke geçinceye kadar orada kalır, saatler sonra hiçbir şey olmamış gibi çıkar, beni yanına çağırırdı. Hangisi daha ağırdı bilmiyorum; üzerime saldırıp vurması mı, beni aldatması mı, yoksa söylediği yalanlar mı? Sanırım bana en ağır gelen çantamdan aldığı kira parasıyla esrar almasıydı.
“Biliyor musun, aslında haklısın. Keşke hiç gelmeseydim buraya.”
“Bırak şimdi bunları, geçti gitti.”
“Gitmedi, söylediğin hiçbir şey geçip gitmedi. Bak tam şurada duruyor,” dedim kalbimi göstererek. Bir müddet sessizleştik.
“Hadi, birer kahve yap da denizi izleyerek içelim. Teras keyfi yapalım biraz.”
Teras keyfi mi? Peki, yapalım.
Kahveleri yapıp yukarı çıktığımda cigaralığı sarmıştı bile. Bir nefes çekip bana uzattı “Özür dilerim seni kırdım, bir daha böyle olmayacak.”
Olacak. Ama ben burada olmayacağım.
Sessizliğimden huzursuzlandı. “Niye bir şey demiyorsun?”
“Ne diyeyim?”
“Konuyla ilgili herhangi bir şey.”
“Diyecek sözüm yok.”
İç çekip denize baktı. “Bu sefer ne kadar kalacaksın İstanbul’da?”
“Birkaç hafta.”
Hayır, hayır. Bu sefer dönmeyeceğim ve sana hiçbir şey söylemeden hayatından çıkıp gideceğim.
Huylanmasın diye eşyalarımın çoğunu burada bırakıyorum. Hiçbiri gözümde değil.
“Çabuk dön özlerim.”
“Yok canım. Misafir çağırır oyalarsın kendini, çevren geniş.”
“Bak bak laflara bak.” Gülüyordu bunu söylerken. Az önce çektiği bir nefeslik mutluluğun aşkıyla, elimi tuttu. Daha dün gece, beni yıkan sözlerin çıktığı dudaklarla, acılarımı öptü. Sarıldı.
“Özlerim hem de çok.”
Sabah, yatak odamıza dolan esintiyle uyandım. Körfeze son kez baktım. Evin bütün odalarını dolaştım. Valizime son anda koyacağım fotoğrafları toparladım. Kedileri öptüm. Gözlerime dolan yaşları engellemek için dilimi ısırdım.
“Benimle gelmene gerek yok havaalanına kadar,” dedim.
“Yok geleceğim.”
Uçak erken olduğundan kahvaltı etmeden çıktık.
“Taksiye binelim.” Olur anlamında başımı salladım. Yol boyu taksiciyle konuştu. Hiç susmadı. Keyfi yerindeydi.
Havaalanında bilet kontrole gitmek üzere içeri girerken onunla ayrıldık.
“İyi yolculuklar. Annene selam söyle.”
“Sağ ol, hoşça kal.”
Bilet kontrolünden geçtiğimde her zaman yaptığım gibi ona el sallamak için döndüm. O ise çoktan elinde telefonu biriyle konuşuyordu. Büyük ihtimal gününü planlıyordu. Bir müddet izledim. Baktığımı görmedi. Onu son görüşüm bu oldu.
Banu Kalkandelen
Komentáře