Serezli
Kara Mustafa’ya
I
Otobüs hareket ettiği an uykuya daldığını kükreyerek ilan eden pos bıyık, muavinin ihtiyaç molası anonsuyla yerinden sıçradı. İki saattir yoldaydı. Bir an temiz hava almak iyi olabilir, diye düşünse de yerinden kıpırdamak zor geldi. Yolcuların çoğu inmiş, sigaralarına yapışmışlardı. Kucağında sıkı sıkıya tuttuğu Varidat‘a baktı. Müellifinin yağlı urganı boynuna geçirildiği yere giderken eşlikçisi ondan başkası olamazdı. Ortamın sessizliğini fırsat bilip, rastgele bir sayfa açtı. Ölmeden öl ki ölümsüz olarak diril…
Yanında oturan genç irisi toparlanmasını ister gibi sağa sola yaylandığında tekrar yola koyulduklarını anladı. Kitabı hızlıca kapattı, yolculuklarda kitap okumaya alışık olsa da bu sefer istifrasız yolu bitirmeyi diledi. Şoför son seferine çıkmış gibi kullanıyordu. Tekerlekler her bulduğu çukura girmeye yemin etmişçesine bata çıka ilerliyordu. Gecenin karanlığına kendini bırakamamış birkaç kişiyle âdeta otobüsü sırtımızda taşıyorduk. Önümdeki kadın çantasından çıkardığı mendiliyle alnında birikmeye zamanı olmamış terleri silip duruyor, çaprazındaki kasketli adam doksan dokuzluk tespihini mırıltılarıyla döndürmeye devam ediyordu.
Davetiye bir hafta önce gelmişti. Yaldızlarla döşenmiş o anlamsız zarfta, ‘İade-i itibar,’ yazıyordu. Üstüne vazife olmayan bir derneğin, mazlumlarının çoktan terki dünya eylediğini umursamadan yolladığı davetiye, bayat gösteri iştahından başka bir şey değildi. Önceki geceye kadar davete gitmeyeceğine yemin edebilirdi. Sonra o fotoğraf oturdu yüreğine, babası öldüğünde cüzdanından çıkan, elinde mübadil vesikasıyla ortalarında durduğu sarmaş dolaş bir grup genç. Kovulurcasına evlerinden edilmiş, geçmişlerini orada bırakıp bilinmeyen bir geleceğe sürüklenmişlerdi. Upuzun bir hortumla üzerlerine boca edilen pestisitle, sözüm ona vebadan arındırdıkları mübadilleri, nefes alamayacakları bir gemiye tıkıştırıp, topraklarını temizlemişlerdi. O gemi çoğuna mezar olmuştu.
Kerem eşya gibi takas edilen yaşamları dinleyerek büyümüş, iyi insanların affederek intikam aldıkları safsatasına hiç inanmamıştı. Savaşlara, sınırlara ve bitmeyen sahip olma duygusuna lanet etti. Ama o bu yola Mehmet için çıkmıştı. Bağışlayıcılığı erdem sayan, gölgesinde büyüdüğü, yarısı yanmış yaralı çınarı.
Babasını düşünürken bir rüya gözlerinin üstüne gelip kondu, kaç saniyeye kaç günlük anı sığdırdığını bilemedi. Fren pedalının komut almayan tekrarlarına sağır eden canhıraşane çığlık eklendi, gözünün önünden beyaz bir ışık geçip gitti.
II
Başını göremediği tahta kapının aslan başı pirinç tokmağına dokunduğunda iki kanadıyla ağır ağır açıldı mabet. Ebegümeci kokusu kapladı her yanı. Başının üstünde fasılalı yanan lamba kısacık aydınlattı izbeliği. Yer yer çatlamış tuğlaların ateş patlaklarına doldu kızıllık. Asılı kalmış kimsesiz bir nem gelip yapıştı tenine.
Sağlı sollu onlarca tezgâhın bulunduğu fabrikanın ortasında devasa çıkrık büyük bir gürültüyle çalışmaya başladı. Açık kapısından dışarı taşan pamukların kabına sığmayan pamuk şekerini andırdığı odadan geçmişten kalan nazende gülüşmeler duyuldu. Çıkrığın azametli çarkı yavaştan hızlıya görünmez bir elle çevrilmeye başladı. Eğrilen yün kıvrıla kıvrıla iplik olurken makara da urgana dönüşüyordu. Adımlarını ona doğru attıkça hızlanan çark, çatıdan uçup gidecek gibiydi.
III
“Artık iş başına,” dedi Dimitri. “Yeter sallandığın, yeni gelen balyaları açman lazım. Aleko, ‘Gemi haftaya gelir,’ dedi. Bulgarlar şehri terk ediyor, pamuğumuza kavuştuk Mehmet. Sonunda çıkrığımız dönecek, pamuğumuz altına dönüşecek.” Etrafına bakındı, “Nikolas gelmedi mi?”
“Bana Nikolas deme. Buraya girmesine izin verecek misin hâlâ?”
“İşin aslını bilmiyoruz, sadece bir söylentiden ibaret…”
“Söylenti mi? Onu Bulgar askerleriyle konuşurken gördüm diyorum.”
“Bu onu hain yapmaz, parakaló. ‘Fabrikanızı yeniden çalıştırabilirsiniz,’ dedi. Bulgar artık gidiyor, ‘İlk gemiyle göndereceğim mallarınızı’ dedi. İnanmaktan başka çaremiz yok, anlasana.”
“Asla. O bir hain.”
“Milistre arga, parakaló.”
IV
“Sizi beklerken ben başladım,” dedi Anastasia. Harmanladığı pamuğun tozunun içinde bir büyüden konuşuyor gibiydi.
Ona tam açılacakken şehri basan Bulgar’ın esaretiyle geçen günlerde Dimitri gizlice yanına gelip, Anastasia’nın evlendiğini dudağının kenarından belli belirsiz söyleyivermişti. Ona olan sevdasını anladığında babasının bir Müslüman’la evlenmesine izin vermeyeceğini defalarca anlatmıştı Mehmet’e. Babasının katı bir Ortodoks olduğunu biliyordu Dimitri. Kızını bir Müslüman’a vermeyeceğini de. Yıllarca süren zapt sırasında babası evangelist bir Yunan andartesine vermişti onu.
“Haydi Mehmet, çalıştır hallacı. Pamuğu bugün harmanlamalıyız.”
Dimdik dikildi önünde Mehmet. Karşısında duran bu kadınla pamukların içinde bir hayat düşlemişti. İki çocukları olmalıydı, biri illaki kız; güneşten ödünç aldığı ışıltıdaki saçlarıyla annesine benzeyen. Çarşıya gittiği günlerde, bez bebekle dönmesini dört gözle bekleyecekti kapıda. Sarıldığında her şey duracaktı yeryüzünde. Anastasia her gün daha da sevecekti kocasını. Kavuşulamayan her sevgi gibi onunki de aşka dönüşmüştü. İptilali olmuştu yıllarının. Zamanı geri almak keşke mümkün olsaydı.
“Çocuğun oldu mu Anastasia?”
Sessizliği devasa çıkrığın geri hareketine başlamasıyla çıkardığı iğdiş ses bozdu. İğin ucundaki lifler mısır koçanını andıran makaradan kurtulmaya başladı.
V
“Kutlama yapar mıyız?” dedi Aleko. Havaya kaldırdığı toprak testiden yayılan buruk üzüm kokusuyla. En son kutlamamızı Apokries karnavalı zamanı yapmıştık. Eleni sabah uyandığında görmesi için bir çift bebek patiği koymuştu yanına. Aleko böyle öğrenmişti baba olacağını. “Bu yıl karnaval bana adandı,” diyerek her gün dans etti Eleni’yle. Kucaklayıp havaya attığında, gebeliğini hatırlayıp karısını havada yakalayan da yine oydu. Coşkusunu karnaval için Yanya, Kırkira ve Kavala’dan gelenlerle yaşadı. O her zaman eğlenceyi başlatandı.
Dimitri ve Anastasia kol kola sirtos oynamaya başladılar. Anastasia incecik boynunu nazlı nazlı döndürürken beyaz bir kuğuyu andırıyordu.
Düğününde de böyle dans etmiş midir? Yunan andartesi incecik belinden sarıp koklamış mıdır doyasıya? Tek vücut olduklarında avurtlarındaki gamzeler belirmiş midir? Isınmış mıdır gözleri? Körpecik ruhu titremiş midir aşkla?
“Haydi Mehmet, haydi,” diye uyandırdı sıcacık gamzeleriyle hülyalarımdan. Ayalarımız patlayana kadar alkışladık Aleko’yla.
İlk ben gördüm atılan fitili. İstiflenmiş balyalar havada kaptı ateşi. Çatı üzerimize ateş mızraklarıyla düşmeye başladı. Aleko son kalan nefesiyle kapıya yüklendi. Dışarıdan süngülenen kapının içerisinde ölüme mahkûm edilmiştik. Biz ve tüm Serez. Bulgar vedasını ateş topuna döndürdüğü bir şehirle yapıyordu. Anastasia terbiye bölümüne açılan kapıya koştu, kurtulacağını umarak. Mafsalından kurtulan kapı kurbanına kavuşmuşçasına bıraktı kendini üzerine.
VI
Çıkrık durmuş, ebegümeci kokusu yerini kesik bir tentürdiyota bırakmıştı. Kafamda zonklayan bir ağrıyla gözümü açtığımda, beyaz rüya bitmişti. Ruhum varid olanlarla bir hayat yaşayıp geri gelmiş gibiydi. Artık o geceye katılmayı daha çok arzuluyordum. Yanımdaki yatakta avucundan doksan dokuzluk tespihin imamesi sarkan adamın başındaydı hemşire. Aniden irkildiğimi görünce, omzumdan tutup, yatmamı söyledi. Aklım davetiyedeydi.
Yanı başımda yerinden oynatılamayacak ağırlığıyla duran komidinin üstünde buldum onu. İşte, kitabın içerisine bir ayraç gibi yerleştirilmiş halde oradaydı. Çekip yaldızlı harflerin üzerinde gezdirdim parmaklarımı. Mehmet Serezli, hattı zatında Kerem Serezli Beyefendi’ye.
Ayşe Sezen
Comments