Bu sabah her şey daha farklıydı uyandığım anda, havanın güneşli olmasına rağmen her an yağmur bulutlarının toplanıp serpiştireceğini tahmin etmek zor değildi.
Evden çıkarken, her zaman olduğu gibi güne hazırdım. İşe gitmeden önce, yol üstündeki bir dükkândan, yani kahve kokularının buram buram içinize işlediği küçük ama gösterişli yerden kahvemi alıp çıktım. Bu benim sabah rutinim de diyebiliriz. Huzurlu alanıma kavuşmadan önceki ilk ve son durağımdı. Hoş, iş yerimin evime çok uzak olmadığını bu cümlemden önce tahmin ettiğinizi hisseder gibiyim.
Minik, bir o kadar da huzur dolu, kitap kokusuyla sarıp sarmalanmış olan dükkânıma çoktan ulaşmıştım. Kapıyı açıp içeriye girdiğimde beni tanıdık bir yüz karşıladı. Evet bu Ece'ydi. Yanımda, okuldan arta kalan zamanlarında en büyük yardımcımdı. Onun gülen gözlerini görmek bile bugün içimde var olan, hoyratça çağlayan sıkıntıyı silememişti.
Ece'yle kısa bir sohbet ettikten sonra, içimdeki sıkıntıyı atmak adına kapının önüne çıkıp ılık esintiye kendimi bıraktım. Karşımdaki denizin o yosun kokusu ciğerlerime dolarken biraz rahatladığımı hissettim. Küçüklüğümden bu yana, eşsiz ve sonsuz mavilikler bana hep garip bir sakinlik vermiştir. Küçüklük demişken, deniz manzarasını seyrederken büyümenin o kadar iyi bir fikir olmadığını nedense bugün daha da fazla hissettim.
Böyle sessizliğe gömülmüşken, beni düşüncelerimden çekip çıkaran oydu. Kafamı kaldırmamla Poyraz'ın sesiyle kendime gelmem çok da gecikmedi. Garip bir şekilde onun da yüzünde o şaşkınlık, hatta o ürkek ifade vardı. Evet biraz değişmişti. Kilo bile almıştı. Saçlarını da hiç alışık olmadığım bir biçimde kestirmişti. Ama o gözleri, hâlâ aynıydı. Son gidişindeki bakışları hâlâ aynıydı. Ben bir şeyler bitti derken yeniden mi başlıyordu? Kim bilir!
İçimin daralmasının sebebi belli mi oldu dersiniz? “Öykü...” Evet o ses bana aynı sakinlikle
seslendi. Ben sadece kitap almaya gelen bir kitapsever beklerken, davetsiz gelen bu misafirden hiç hoşnut değildim. “Nasılsın?” diye sorduğunda; “İyiyim, teşekkürler, sen?” diyerek kestirip attım. Ama sanki Poyraz onu başımdan savurup atmaya çalışmamı görmezden geliyordu. Neydi bu? Seneler geçmişti. Hiç arayıp sormamış bir insan karşınıza geçip şimdi size nasıl olup olmadığınızı soruyordu. Nasıl bir cevap bekliyordu ki; hiçbir şey olmamış gibi devam etmeyi mi? Bu kesinlikle bencillik olurdu. Aslında tam olarak bunu yapıyordu. Üstüne giyindiği bencillik duygusuyla karşımda bütün yüzsüzlüğüyle yüksünmeden dimdik duruyordu.
"Benimle konuşmayacak mısın?" diye soran yine Poyraz’dı. Bazen susmak, konuşmaktan daha zor gelir. Ya da konuşmaya çalışıp doğru kelimeleri bulamamak. Arafta kalmak; konuşsan, içini döküp rahatlayacakmışsın gibi ama bir yandan da karşındaki anlamayacak gibi. Sonrasında Poyraz'a ona iyi olduğumdan bahsedip konuşacaklarımızın bundan daha fazla olamayacağını belirttim. Arkasını dönüp gitmesini beklerken, hiç kırmamışcasına ve bir şeyleri tamir etmeye özen göstermezken yine aynı yerden devam etmek istemesine ayrı kırgındım. Bazen insanı en çok da bu yaralar. Verdiğiniz değerin, onların gözünde her an sizi kullanmaya inanmaları, bu iğrenç gücü kendilerinde hissetmeleri kadar berbat bir durum yoktur. Sonunda arkasını dönüp giderken, tekrardan geleceğini belirtmesi, gerçekten bir şeyleri tamir etmek istediğinden mi yoksa yerle bir etme isteğinden miydi?
Kapıyı usulca kapatıp çıkarken bir şeyleri sessizliğiyle örtme çabasına girmişti. Şimdilik senin istediğin gibi olsun, der gibi o kapıyı usulca kapayarak çıkıp gitti. Bu geliş bir şeylerin yeniden başladığını mı yoksa kaldığı yerden devam ettiğini mi gösteriyordu? Kim bilir!
Yazar: Melisa Kantarcı
Comments