Dünya Çeviri Günü - Çevirmen Elif Derviş ile Söyleşi
top of page
Schoolgirl with Books

Dünya Çeviri Günü - Çevirmen Elif Derviş ile Söyleşi

“Çeviri ve çevirmen ne kadar başarılı olursa olsun, her dilin kendine has bir tınısı, ruhu ve akışı var; o yüzden hiçbir çevirinin aslıyla tamı tamına aynı tadı vereceğini düşünmüyorum. Başarılı bir çeviri, özgün dilde yazarın yarattığı atmosferi ve duyguyu olabilecek en yakın şekilde veren ve bunu temiz, doğru bir dille yapandır benim için.”


Elif Derviş
Elif Derviş

Dünya Çeviri Günü, çevirmenlerin azizi olarak kabul edilen İncil çevirmeni Aziz Jerome adına her yıl 30 Eylül’de kutlanan bir gün olarak başlamasına rağmen, günümüzde FIT (Uluslararası Çeviri Federasyonu) tarafından dünyadaki tüm uzman çevirmenleri onurlandırmak, mesleğin zorluklarına dikkat çekmek ve sektöre yönelik farkındalık yaratmak amacıyla kutlanmaktadır.


Biz de Dünya Çeviri Günü’nde çeviri edebiyatını, çevirmenin dünyasını, mesleğin inceliklerini çevirmen ve yazar Elif Derviş ile konuştuk.


Emre Albayrak: Pandabiyat’a hoş geldiniz Elif Hanım. Sizi biraz tanıyabilir miyiz?

Elif Derviş: Hoş buldum. Öncelikle söyleşi davetiniz için teşekkür ederim.


1977’de Ankara’da doğdum. İlkokul, ortaokul ve liseyi TED Ankara Koleji Vakfı Okulları’nda tamamladıktan sonra, Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden lisans ve yüksek lisans derecelerimi aldım. 1999-2003 yılları arasında özel sektörde İngilizce öğretmenliği yaptım. 2003 yılından beri de ODTÜ Temel İngilizce Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaktayım. Evliyim; bir oğlum, bir de kedim var.


Çeviriler ve öğretmenlik haricinde, yazı çiziyle uğraşıyorum. Dergilerde yayımlanan birkaç öykümün yanı sıra, 2019 yılında bir yarışmada ikincilik ödülü aldım ve sonrasında hazırlanan kitapta iki öyküm yayımlandı. Kısa bir süre önce ilk romanımı bitirip teslim ettim, heyecanlıyım gerçekten. Şimdi ikincisi üzerinde çalışıyorum. Öykülere de devam tabii.


E.A: Çeviri yapmaya ne zaman ve nasıl başladınız?

E.D: Üniversitede okurken harçlığım çıksın diye makale çevirileri yapmıştım, ama profesyonel çeviriye adımımı öğretmenliğe başladığım yıllarda attım. Bir dershanede haftanın altı-yedi günü çalışıyordum. Her anlamda çok yorucu bir işti, ama yine de farklı bir şeyler daha yapmak istedim ve yayınevlerine çeviri için özgeçmiş yollamaya başladım. O zaman şimdiki kadar kolay ulaşılmıyordu yayınevlerine; kütüphanemdeki kitapların künyelerinden e-posta adreslerini bulup (hepsininki olmuyordu) şansımı deniyordum. İlk başvurularım hüsranla sonuçlandı. “Teşekkür ederiz, şu an ihtiyaç yok,” deniyor, ya da cevap bile verilmiyordu. Yaşım çok küçüktü ve hiç kitap çevirisi deneyimim yoktu. Sonra yolum Bilgi Yayınevi’yle kesişti. Benim için çok özel ve önemli bir yer. Özellikle, “öğretmenim” dediğim çok sevgili Biray Üstüner’in hayatımdaki ve kalbimdeki yeri çok ayrı. Biray Hanım, Hayden Herrera’nın -Salma Hayek’in de oynadığı filme çekilen- Frida biyografisini, hayatında hiç kitap çevirisi yapmamış yeni mezun küçük bir kıza teslim etti. Bana güvendiği için kendisine hâlâ müteşekkirim. Sonraki yıllarda da birlikte çalışmaya devam ettik.


Frida’yı aldığım dönemde, dediğim gibi, çalışma saatlerim çok uzundu ve henüz diz üstü bilgisayarım yoktu. Şimdiki gibi internet ve cep telefonları da sayısız sözlük seçeneği ve araştırma yapma olanağıyla elimizin altında değildi. Ders kitaplarıma ve çevireceğim metne ek olarak her gün işe koca bir sözlük taşırdım. Sabah ve akşam derslerimin arasında, boş bir sınıf bulup kapanır, bir elimde Frida’dan sayfalar, diğer elimde defter-kalem, kargacık burgacık çevirir, eve gidince de bilgisayara geçirirdim. Gençlik enerjisi. Şu an böyle bir şey yapamam sanırım.


E.A: Sizin için çeviri süreci nasıl geçiyor, bu süreçte neler yaşanıyor? Çeviriye başlamadan önce ve çeviri sırasında ne gibi araştırmalar yapıyorsunuz?

E.D: Çeviri süreci benim açımdan yazma sürecine çok benziyor aslında. Kendimi dış dünyaya kapatıp, sonlara doğru biraz suratsızlaşabildiğim, uzun ve bazen sıkıntılı bir dönem. Çok hızlı çeviri yapabilenlerden değilim; aşırı ayrıntıcı bir yapım olduğu ve yazarın üslubuna sadık kalmayı da önemsediğim için kılı kırk yararım. Bu da hem zamansal olarak hem de kafa pilimi tüketmesi anlamında zorluyor beni. Bugüne kadar sadece iki yayıneviyle çalıştım --Bilgi ve Dost- ve her ikisinde de Genel Yayın Koordinatörleri’me aldığım uzatmalar nedeniyle gösterdikleri sabır ve anlayış için müteşekkirim. Çevirinin -çok sevmeme rağmen- benim yapıma uygun olmadığını, fazla ince eleyip sık dokuduğum için yıprandığımı düşündüğüm zamanlar oldu. Ama bittiğinde, süreç nasıl geçmiş olursa olsun, hep mutluyum. Zamanımı ve emeğimi benden sonra da kalacak bir şey için vermek, bir dilden başka bir dile köprü kurabilmek çok güzel bir his. Düşünsenize, o köprüler olmasa, pek çok karşı kıyıya sadece bakabilirdik. Dostoyevski’ye, Kafka’ya, Mishima’ya, Beckett’e, sayamayacağım nicelerine.


Çeviriye başlamadan önce ne yaptığım/yapacağım elbette kitabına göre değişiyor. Konuya ya da terminolojiye ilişkin ön bilgi veya araştırma gerekiyorsa sadece öncesinde değil, çeviri devam ederken de olabildiğince fazla kaynaktan yararlanmaya özen gösteririm. Türkiye’nin en iyi yayınevlerinden ikisiyle çalıştığım için çok şanslıyım, zira bu konuda da desteklerini hiç esirgemediler. Özellikle çeviri belirli bir alandaysa -felsefe, denizcilik vs.- terminolojiyi doğru oturtmak için mutlaka özel sözlüklere ihtiyaç duyuluyor. Okura iletmekle yükümlü olduğum bilgiyi/duyguyu bir sözcük/ifade hatası nedeniyle yanlış verme ihtimali bende ciddi stres nedenidir. O yüzden çeviriye yoğunlaştığımda epey yorarım kendimi. O kadar ki, bir çeviriyi tamamlayıp yayınevine teslim ettikten sonra bile bir süre, “Kalkıp çeviri yapmam lazım,” psikolojisiyle yaşarım. Kendinizi korumaya almazsanız tüketebilecek işlerden çeviri. Ben de çok koruyamıyorum sanırım. Çok içine giriyorum. Çeviri yaparken edindiğim, masa başında uzun saatler oturma pratiği, yazmaya daha çok yoğunlaştığım bu son birkaç yılda çok işime yaradı diyebilirim.


E.A: Çevirmenin sorumlulukları nelerdir? Çeviri yaptığı yazara, eserine, okuyucuya ve elbette dile karşı olan sorumlulukları.

E.D: Dediğim gibi, ben yazarın ne dediğini olabildiğince dediği şekilde aktarmayı önemseyen çevirmenlerdenim. Bir cümleyi benim çevirmen olarak nasıl ifade etmek istediğim bir yere kadar önem taşıyor. Elbette çevirmenin de üslubu vardır, ama ben biraz da şöyle düşünüyorum: yazar öyle değil de böyle demek isteseydi, bunu yapabilecek güce ve dile sahipti; o ifadeyi değil de bunu tercih ettiyse, bir bildiği vardır ve benim çok müdahale etmemem gerekir. Mesela Hemingway tuhaf cümleleri olan bir adam. Bazen, “Şu kısa kısa cümleleri birleştirip yazsa ne güzel olurmuş,” diye düşündüğünüz yerler oluyor ya da ne demek istediğini anlamak için saatlerinizi, günlerinizi verdiğiniz, parçalara ayırmak istediğiniz paragraflar. Ama sonuçta, çevirdiğim kitabın yazarı ben değilim. Yazar cümleyi kısa tutmuşsa, kısa tutmak istemiştir. Sündürdüyse, sündürmek istemiştir. Zaten çeviri son haliyle yayınevine gittiğinde ayrıntılı bir editoryal çalışma yapılıyor. Orada yayınevinin kendi tercihleri ya da okur açısından uygunluk vb. kriterler devreye giriyor. Ben çevirmen olarak, mekanikleşmeden, dilin doğal halini bozmadan, ama olabildiğince metnin ruhuna ve yazara da sadık kalarak iş çıkarmaya çalışıyorum. Bazı durumlarda bundan haz almasam da. Önemli bir değişiklik olacaksa, son okumalarda yayıneviyle birlikte karar veriliyor zaten.


Elbette iki dile de hâkim olmak ve yine de hâkim olmadığınızı fark ettiğiniz noktaları araştırmak da önemli bir mesele. Bunu hem o kitabı yazarken dirseklerini çürütmüş yazara, hem de para verip okumak için kapağını açan okura borçluyuz. Tabii bu sorumluluk duygusu ve mesleki duyarlık beraberinde kötü çeviri gördüğünüz anda kurdeşen dökme sebebi oluyor. O da işin kaçınılmaz yan etkilerinden.


E.A: Bugüne kadar hangi yazarları ve kitapları çevirdiniz? Şu an üzerinde çalıştığınız veya en son bitirdiğiniz çevirinizden bahseder misiniz?

E.D: Çevirilerim şunlar: Frida - Hayden Herrera, Bilgi Yayınevi, Korsanlar Arasında Yaşam - David Cordingly, Dost Kitabevi Yayınları, İskenderiye Kütüphanesi: Antik Dünya’nın Öğrenim Merkezi - Roy Macleod, Dost Kitabevi Yayınları, Faul: FIFA’nın Karanlık Yüzü - Andrew Jennings, Bilgi Yayınevi, Kafka - Ritchie Robertson, Dost Kitabevi Yayınları, Bilim Felsefesine Tarihsel Bir Giriş - John Losee, Dost Kitabevi Yayınları, Wittgenstein - A. C. Grayling, Dost Kitabevi Yayınları, Ernest Hemingway: Tüm Öyküleri - Bilgi Yayınevi, Nick Adams Öyküleri - Ernest Hemingway, Bilgi Yayınevi, Ernest Hemingway: Yazma Üzerine (Derleyen: Larry W. Phillips) Bilgi Yayınevi.


Şu an üzerinde çalıştığım bir çeviri yok. En son Hemingway’in Tüm Öyküleri’ni çevirdim. Yazma Üzerine tarih olarak daha sonra çıktı, ama yayın programında sırası öyle olduğu için muhtemelen, onu daha önce çevirmiştim çünkü. Tüm Öyküleri’nden sonra çeviriye biraz ara verme kararı alıp yazmaya ağırlık verdim. Çeviri tek uğraşınız olsa bile son derece meşakkatli, insanın tüm enerjisini yiyen ve özenli yapılıyorsa gerçekten çok vakit alan bir iş. Kaldı ki ben geçimimi çeviriden değil, İngilizce öğretmenliğinden kazanıyorum ve üniversitelerin açık olduğu süre boyunca -hatta bazen yazın da- haftada en az beş gün ders veriyorum. Bunlara ek olarak ev hayatının getirdiği sorumluluklar var elbette. Oğlum küçükken doğal olarak zamanımın çoğunu ona ve onunla ilgili işlere ayırıyordum ve çeviriler arka planda, daha kısıtlı zamanda devam ediyordu. Şimdi on dört yaşında ve her işini kendi yapıyor sağ olsun. Eşim de bu yazı-çizi işleri konusunda hep tam destek gerçekten. Kendinize ait, içe dönük bir alanda kalmanız ve tabir-i caizse her şeyden kopup “kapanmanız” gerektiğinde, buna saygı duyan, anlayış gösteren bir aileniz olması cidden çok kıymetli bir şey. İkisine de müteşekkirim. Hemingway öykülerini teslim ettikten sonra uzun uzun düşündüm, epey de zorlandım, ama nihayetinde kendi yazılarıma odaklanmak üzere çeviriye belirsiz bir süreliğine ara verdim. Şimdilerde özlemeye başladım, yayınevini aramamak için tutuyorum kendimi, zira üzerinde çalıştığım öyküler ve bir de roman var. İşten ve evden kalan vaktimi, enerjimi onlara yönlendiriyorum.


Hemingway’in Tüm Öyküleri elbette çok emek isteyen bir işti. Ben öteden beri Bilgi Yayınevi’ndeki Genel Yayın Koordinatör’üm sevgili Biray Üstüner’le, “Hemingway benim yazarım değil,” diye şakalaşırım. Buna rağmen çevirilerimin üçü onun kitaplarından. Hem Biray Hanım hem de Ernest Hemingway hayır demesi zor insanlar. Tüm Öyküleri öyle kapsamlı bir yapıt ki içine girdikçe o maçoluğuyla ün salmış, duygusuz görünen, hayatına giren kadınlara çok çektirmiş, avlanmaktan zevk alan adamın ne kadar yapayalnız ve mutsuz olduğunu duyumsamaya başladım. Tabii bu noktada, “Yazar kendini mi yazmış ki?” sorusu gelebilir. Cevabı çok tartışılabilecek bir soru bu her zaman. Ama kendi adıma söyleyebilirim ki, bazı öykülerde Hemingway’in o kaskatı görüntüsü altındaki kırılganlığını çok net hissettim. Kadın-erkek ilişkilerine ve özellikle de savaşa ilişkin öykülerinde hayatından çok derin izler var. Peki yıldızım tamamıyla barıştı mı yazarla? Hayır. Özellikle boğa güreşi ve av sahnelerinin olduğu öykülerde sağlam bir hayvansever olarak hop oturup hop kalktım. Lafın gelişi değil; gerçekten sinirden masa başından kalkıp, bir süre ortalıkta dolanıp kendimi sakinleştirip çeviriye geri döndüm. Edebiyat üzerinden bile olsa (özellikle de bencilce keyifler uğruna) birine ıstırap çektirilmesine tanıklık etmek ağır geliyor bana. Ama o sahneyi okuyana bu kadar net hissettirmek de yazarın başarısı elbette.


E.A: Ernest Hemingway’e ayrı bir parantez açalım. Hemingway eserlerini çevirmek sizin için nasıl bir süreçti? Size neler kattı? Hemingway’in daha önce yapılmış olan çevirilerini de okuma imkânınız oldu mu?

E.D: Dediğim gibi, ilk başta çok da sevemediğim bir adama alışma süreciyle geçti. Hani filmlerde olur ya, karakteri uzaktan gördüğü, ama pek hazzetmediği veya çok iyi tanımadığı biriyle evlendirmek ister ve derler ki, “Birbirinizi tanıdıkça seversiniz.” Bu örnek ilk bakışta tuhaf ya da konumuzla alakasız gibi gelebilir, ama düşünün ki her gününüzü yapıtını çevirdiğiniz bir adamla/kadınla birlikte geçiriyorsunuz. Sevmemeye devam edebilirsiniz elbette, görev olarak görüp duygusal bağ kurmadan tamamlayabilirsiniz işi. Ama Toplu Öyküler gibi sekiz yüz elli küsur sayfalık bir kitaptan bahsediyorsak, âşık olmasanız da onu eksikleri, kusurları ve iç dünyasıyla tanımaya çalışıp kabul etmek, süreci kesinlikle daha az zor (dikkatinizi çekerim, kolay demedim) ve daha keyifli hale getirebilir.


Hemingway bana ne kattı? Yazarın edebî yetkinliğini çok ayrıntılı şekilde inceleme fırsatı bulmanın yanı sıra, kişisel boyutta, bazen durumlara ve insanlara karşı ne kadar önyargılı olabildiğimi bir kez daha fark ettim. Birinin hayatında neler yaşadığını, ne yollardan geçtiğini bilmeden eleştirip ahkâm kesmenin yanlış olduğunu elbette biliyorum, ama hepimiz dönem dönem yargılama kuyusuna düşüyoruz sanırım; bu çeviri o anlamda da ışık oldu bana. Bir insanın bir şeyi neden yaptığını (örneğin, neden avlandığını, neden karısını aldattığını, neden kaba saba olduğunu ve kalp kırdığını vs.) o insan değilseniz tam anlamıyla anlamanız mümkün değil. Ama sizden farklı olanı anlamak için hiç çaba göstermeyip kestirip attığınızda, siz de başka türlü bir şiddet uygulamış oluyorsunuz; yıllar içinde bunu anladım. Edebiyatın bir gücü de bu işte. İnsanın empati yeteneğini geliştiriyor. Bu hayatta kendimiz dışında hiç kimse olamayacağız ve okuduğumuz romanlardaki, öykülerdeki farklı hayatları, kişileri, coğrafyaları, fikirleri anlamaya çalışmak için, edebiyat (aslında tüm sanat dalları) muhteşem ve tarafsız bir alan. Mesele birini sevmek-sevmemek değil. Yargıda bulunurken, eleştirirken bunun kıstasının bireysel beğenilerimiz/isteklerimiz/doğrularımız olmaması gerekiyor galiba.


Hemingway’in Bilgi Yayınevi’nden çıkan önceki çevirilerinden okuduklarım olmuştu elbette. Paris Bir Şenliktir, Güneş de Doğar ve Silahlara Veda ilk aklıma gelenler. Ama öykülerinin çoğunu ilk kez çevirirken okudum sanırım.


E.A: Çeviri yaparken sizi en çok zorlayan şeyler nelerdir?

E.D: Aşırı azimli günlük/haftalık programlar çıkarıp sonra o programlara uyamamak. Öğretmenlikteki disiplinimi ve aile/ev hayatımı az çok bilenler düzenli ve planlı bir insan olarak tanıyor beni. Ancak çeviride ve yazıda -ortaya çıkan çalışmaya elbette yansımasa da- kendi içimde darmadağın ve disiplin yoksunu olabiliyorum maalesef. Yıllarca bu yüzden çok yüklendim kendime, ama baktım ki huyum bu. Kendimi bu yönümle kabul edip başkasına kaos gibi görünen şeyin içinde düzenimi bulmaya başladığımda, yazmak da daha keyifli hale geldi. Tabii çeviride teslim tarihi var; süre anlamında roman/öykü yazarken ki kadar özgür değilsiniz. O yüzden sanırım beni en zorlayan şey, yayınevinin verdiği tarihe yetişmek. Çünkü verilen süre ne olursa olsun, genelde teslim tarihi iyice yaklaşıp paçam tutuşunca gece gündüz çalışarak, uyku falan uyumadan bitiriyorum. O da yıpratıcı bir şey tabii. Sabah işe gider gibi kalkıp giyinip bilgisayar başına geçen ve bütün gün son derece istikrarlı şekilde çalışan arkadaşlarım var. Onları gerçekten takdir ediyorum. Ben maalesef stres altında ve süre anlamında sıkışınca daha iyi çalışıyorum.


E.A: Sizi en çok zorlayan yazar ve kitap hangisi oldu?

E.D: Bilim Felsefesine Tarihsel Bir Giriş ve Wittgenstein. İkisi de Dost Kitabevi Yayınları’ndan çıktı. Bilim Felsefesi’ni alma sebebim şu an dönüp baktığımda, “Herhalde bir daha böyle bir sebeple çeviri almam,” dediğim bir şey. Günlük hayatımda hiç ilgi alanıma girmeyen bir konuyu, “Bari çevirisini yapayım da bir şeyler öğrenmiş olayım,” diye seçtim. Çok mantıklı bir yaklaşım değil tabii. Wittgenstein’ı aldığım sırada ise ODTÜ Felsefe Bölümü’nde ikinci yüksek lisansımı yapma girişimim olmuştu. Tuhaf bir adam Wittgenstein ve gerçekten ilgimi çekiyordu. Hem o yüzden hem de hacmi çok daha küçük olduğu için Bilim Felsefesi’nde olduğu kadar zorlanmadım. Ama yine de adamın kendisi “zor” olduğu için, bunaldığım anlar olmuştu.



E.A: Kendi seçtiğiniz kitapları çevirme lüksünüz var mı? Hangi yazarları ve kitapları çevirmiş olmayı dilerdiniz?

E.D: Dediğiniz şekilde çalışanlar vardır muhakkak, ama bende öyle olmadı. Bilgi Yayınevi’nden aldıklarım hep yayınevinin benden yapmamı rica ettiği çevirilerdi. Dost Yayınevi’nde bazen çeviri programına dâhil edilen kitaplar arasından seçme şansım oluyordu, ama hiç “Ben şu kitabı çevirmek istiyorum,” diye elimde bir kitapla gitmedim. Belki ilerleyen yıllarda olur, bilemiyorum.


Sorunun ikinci kısmına cevaben... Haddimi aşmayı istemem, ama madem sordunuz söyleyeyim: Ursula K. Le Guin’den bir şeyler çevirmek çok keyifli bir deneyim olurdu herhalde. Her anlamda hayran olduğum bir kadın. Onun yapıtlarını dilimize kazandıran tüm çevirmenlere de buradan hürmetler.


E.A: Etkilendiğiniz, örnek aldığınız veya özellikle takip ettiğiniz çevirmenler var mı?

E.D: Özellikle takip ettiğim çevirmenler yok açıkçası. Yani okur olarak kitap seçerken önceliğim kitabın/yazarın ilgimi çekmesi; sonra da başka bir dilden çevrilmişse, çevirisinin iyi olup olmadığına bakıyorum elbette. Diyelim aynı kitap farklı yayınevlerinden, farklı çevirmenlerden çıkmış, ilk birkaç sayfalarını okuyup karşılaştırıp (bence) en iyi olanı almayı tercih ediyorum. Yine de sorunuzun aklıma ilk olarak “Yüzüklerin Efendisi” ve “Yerdeniz” serilerini ve elbette bunların çevirmeni Çiğdem Erkal’ı getirmesi de tesadüf olmasa gerek. Tolkien ve Le Guin’e zaten yarattıkları dünyalar ve diller konusunda -ve başka pek çok konuda- hayranım. Çiğdem Hanım da o büyülü hikâyeleri Türkçede de keyifle okumamızı sağlayan, hâlihazırda “yaratılmış” isimleri, dilleri, kavramları baştan yaratan isim. Kendisine buradan bir okur olarak teşekkür etmek isterim. Tabii bu çevirileri titiz bir çalışmayla bize ulaştıran Metis Yayınları’na da.


E.A: Çevirinin bir sanat, çevirmenin bir sanatçı olduğu konusu tartışılır. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

E.D: Öncelikle bilimsel/akademik, hatta belki diğer kurgu dışı metinleri bu sorunun dışında tutmalıyız sanırım, çünkü bunlar son derece mekanik, elbette yine iki dile de hâkimiyet gerektiren, ama verdiği histen çok, okuyana doğru bilgiyi ulaştırmayı hedefleyen metinler. Sanatsal bir yönleri yok çoğunlukla. Belki biyografi ve otobiyografi bazı durumlarda hariç tutulabilir.


Sanat hepimizin bildiği üzere bir “yaratım.” Ve ortaya çıkan “ürün” de yaratan kişiye ait. Yani ben bir kitap yazdıysam, onu yaratan sanatçı benim. Onu başka bir dile çeviren kişiyse, o sanatın başka dillerde anlaşılmasını sağlayan ve dilin çok ince işçiliğini yapan “yardımcı sanatçı” sanki, varsa öyle bir kavram. Dediğiniz gibi, bu tartışmaya açık bir konu ve herkes farklı düşünebilir, ama ben daha önce de belirttiğim gibi yazarın üslubuna -robot gibi mekanikleştirmeden- olabildiğince sadık kalarak aktarmanın doğru olduğuna inananlardanım. Çeviri bir dil sisteminde var edilmiş metni, tamamen başka bir dil sisteminde yeniden yaratmak, buna hiç kimsenin bir itirazı olamaz zaten. Ama bundan, o eseri biz çevirmenlerin yarattığı sonucu çıkmaz elbette. Yazar asıl sanatçı; bizler ikincil, “aracı” sanatçılar olabiliriz sanırım, o da yazılanı kendi dilimizde, kendi “çevirmen üslubumuzla”, dillerin farklı yapıları gereği, “mecburen” yeniden yarattığımız için.


E.A: Günümüzde bir çevirmenin sadece çeviri yaparak hayatını kazanabileceğini düşünüyor musunuz?

E.D: Kendi adıma, hayır. Hele benim gibi zamanlama/planlama konusunda dağınık biriyseniz, kesinlikle hayır. Ama dediğim gibi, tek işi bu olan ve bundan kazandıkları parayla ev geçindiren, çocuk okutan arkadaşlarımız var. Ancak maalesef Türkiye’de siz istediğiniz kadar planlı programlı olun, yılda onlarca kitap çevirecek kadar disiplinli ve verimli çalışın, hem çeviri için verilen ücretler çok çok düşük hem de yayınevleri ödemeleri epey geciktirebildiği, hatta bazen hiç yapmadığı için (ben çok şükür ki yaşamadım bunu, ama yaşayan ve çok sıkıntı çekenler oldu çevremde) sadece çeviriyle geçinmek gerçekten zor. İnsanlar çeviri yapmanın “kolay” bir şey olduğunu düşünüyorlar; bunu anlayabilmek mümkün değil benim için. Kitap çevirilerinin dışında bir örnek vermem gerekirse, telefon geliyor, tavsiye üzerine size ulaşmışlar ve “profesyonel” çeviri yaptırmak istiyorlar, ama bunu “ucuza getirmek”, hatta bazen çeviri yapan kişi olarak kendi adını yazmak isteyen ilginç insanlar oluyor. Kötü niyetli demek istemiyorum, ama bunun ne kadar ayıp ve etik dışı bir şey olduğunu anlatmaya çabalarken bile onlar adına utanıyorum bazen. Mesela doktora gidiyorsunuz, ya da avukata, araba tamircisine, sizin yapamayacağınız bir işte uzmanlaşmış herhangi birine... Diyorlar ki ücret şu. Pazarlık etseniz de genelde pek bir sonuç alamaz ve bütçenize daha uygun bir yer arayışına girersiniz, değil mi? Her hizmetin bir bedeli var. Çevirinin de profesyonel bir hizmet ve çok zor bir iş olduğunu maalesef anlamıyor çoğu insan. İstiyor ki öğrenci ya da başka amatör bir kalem çevirmesin, işin uzmanından temiz bir çeviri geçsin eline, ama ödeyeceği ücreti de kendi tayin etsin. Böyle bir şey olabilir mi? Bir doktorun muayenehanesine gidip kendisine ödemek istediğiniz ücreti söyleyebilir misiniz? Bir de dediğim gibi, akademik bir iş mesela, diyor ki sen çevireceksin, ama ben kendi adımı yazacağım altına, çünkü bu bana şu kadar puan getirecek. Nezaketimi yitirmemeye çalışarak geri çevirdiğim böyle işler oldu zamanında, ama epey dişlerimi sıktığımı hatırlıyorum. O nedenle de mecbur kalmadıkça artık böyle işlerden uzak duruyorum.


E.A: Aynı zamanda öykü de yazıyorsunuz. Kendi metinlerinizde çeviri yaptığınız yazarlardan etkilendiğiniz oluyor mu?

E.D: Çeviri yaptığım yazarlardan sadece Hemingway edebiyatçı. Ondan da yazar olarak çok etkilendiğimi ya da onun bazı özelliklerini örnek alarak yazmaya çalıştığımı söyleyemem. Ama illa ki etkilemiştir. Tarzlarımız, konularımız ve hayata bakışımız epey farklı, ama ben de sade dil severim mesela ve yazdıklarımda insanların duygu dünyasını, yalnızlıklarını araştırırım. O açıdan benziyoruz sanırım. Ama kendimi Hemingway’le kıyaslayacak değilim elbette. Onunki kadar sade dil kullanıp hiçbir şey anlatmıyormuş gibi görünerek çok şey anlatmak için kırk fırın ekmek yemem gerekiyor herhalde. Ağdalı dil sevmiyorum, o net; dil öyle anlaşılır olsun ki anlattığı meselenin önüne geçmesin, okuyucu dili, yazarın (varsa) meselesini, kurguda ne olup bittiğini aynı anda çözmeye çalışmasın istiyorum; ama hem konuşurken hem de yazarken geveze bir insanım maalesef. Belki öğretmenlik hastalığı. Üzerinde hâlâ çalıştığım bir şey bu.


E.A: Çeviri yaparken eseri ana dilinden de okumuş oluyorsunuz. Bir edebi eseri ana dilinde okumakla, çevirisinden okumak arasında sizin için ne gibi farklar oluyor?

E.D: Çeviri ve çevirmen ne kadar başarılı olursa olsun, her dilin kendine has bir tınısı, ruhu ve akışı var; o yüzden hiçbir çevirinin aslıyla tamı tamına aynı tadı vereceğini düşünmüyorum. Başarılı bir çeviri, özgün dilde yazarın yarattığı atmosferi ve duyguyu olabilecek en yakın şekilde veren ve bunu temiz, doğru bir dille yapandır benim için. Bir eseri İngilizceden (ya da başka bir dilden) çevirmekle, o eseri ana dilinde okumanın da epey farklı olduğunu düşünüyorum. Örneğin, Hemingway’in öykülerini İngilizceden sadece okuyor olsaydım, anlamasam da hiç takılmayacağım, sözlük karıştırmadan geçeceğim bir sürü sözcük, hatta cümle olurdu. Okumada işi bir yere kadar çıkarımla götürebiliyor, sadece anlamanızı zora sokan bir sözcük olduğunda açıp bakıyorsunuz. Çeviride ise her cümleyi, her sözcüğü anlamak ve okurun da anlayabilmesi için doğru aktarmak zorundasınız. Çıkarım ya da yorum yapma gibi bir lüksünüz yok.


E.A: Son olarak, Dünya Çeviri Günü’nde Pandabiyat okurlarına neler söylemek istersiniz?

E.D: Öncelikle son derece ayrıntılı hazırlanmış bu sorular için çok teşekkürler. Bu sayede, çeviri sürecini (ve o süreç içerisinde kendimi) belki daha önce hiç düşünmediğim derinlikte tekrar değerlendirdim. Bu işe hayatını adamış ve sayısız kitap çevirmiş çok insan var. Buradan, işinin hakkını vererek, mesleğine, dile, okura ve yazara karşı sorumluluğunu unutmadan, özveriyle çalışan tüm meslektaşlarıma sonsuz saygılarımı sunuyorum. Benim çevirdiğim kitaplar sayı olarak pek çoklarına göre az, ama her birinin hayatımdaki yeri ve önemi, bana kattıkları değerler çok büyük. Gönül ister ki kimi zaman beden ve zihin sağlığımızı zorlayabilecek kadar meşakkatli olan bu işi yapanlar, artık ülkemizde de hak ettikleri saygıyı -maddi ve manevi- görsünler.


Bir dilek de kitapseverlerden yana uçsun o zaman. Yazarı yabancı olan bir kitabı okurken aldığınız keyfin büyük bir kısmı (kaçınılmaz olarak) yazara aitse, belki eşit oranda bir kısmı da inanın çevirmene ait. Günümüzde sosyal medyada kitap tanıtımı yapmak epey popüler bir uğraş malum, ama paylaşımların çok azında çevirmenlerin adına rastlıyorum. Sevgili okurlar, sizi dilini bilmediğiniz bir yazarın eseriyle buluşturan çevirmen, teşekkür beklemez, çok büyük, çok satan işlere imza atmadığı sürece adı sanı bile bilinmez ve yazar gibi göz önünde değildir. Ama elbette emeğinin görüldüğünü ve takdir edildiğini bilmek, her emekçi gibi çevirmeni de mutlu edecektir. Bu da böyle bir son not olsun.


Tekrar çok teşekkürler.

Schoolgirl with Books
bottom of page