Itır ve Sakız Sardunya - Gökçe Gönülaçar
top of page
Schoolgirl with Books

Itır ve Sakız Sardunya - Gökçe Gönülaçar




İki kalpten biri durmayı seçti. En yorgun ruh, kendi kararıyla uçtu terastan. Durakların en sonundaydılar. Biri belki varmıştı istediği yere. Diğeri bıkıp usanmıştı gitmekten.


Usul usul ıslatıyordu minik damlalar burnunu Selma’nın. Birazdan başlardı çığlık atan o meşhur rüzgâr da. Her şeyin bittiği durakta ayakta zor duruyordu Selma. Üzgündü, kızgındı, küskündü. Bütün bunları yok saymak gerekliydi artık, hırslar bitmişti. Kavganın en sonuydu. Bir of çekti seneler evvelinden. “Neden?” diye sordu göğsündeki isyan. Uğultulu göklerden cevap geldi.


“O kendi istedi. Kendi istedi.”


Kahverengi toprak bön bön baktı toprağa yabancı olan Selma’nın yüzüne. Toprak rengi gözlerinden bir inci yuvarlandı Selma’nın. Otobüsün önünde duran mazgala doğru koştu damlalar. Bozulmuş ve ıslanmış saç örgüsünü geri attı tombul kız. Uzattı elini. Sıkıca kavradı ince çelimsiz bileği.


Islak bir eylül günüydü. Onlardan önce bembeyaz çorapları, kapkaranlık önlükleri, neredeyse aynı parlak pabuçları tanımışlardı birbirlerini. Soluk kırmızı otobüsün acelesi vardı. Hızla sürecekti şoför dakikaları geçebilmek için. İtiş kakış onlarca çocuğun içinde elimi uzatmıştım sana. Tam aradaydın. Son yolcu olarak ya sıkışacaktın körüklü kapının arasına ya da okulun ilk gününe geç kalacaktın. İlk durakta tanımıştı ellerimiz birbirini. Yol arkadaşları soru sormadan anlardı akıldan geçenleri bile. Yoksa öyle değil miydi?


“Sen de matematik sevmez misin Mahinur? Resim çizmeyi severim ben. Bir de toplarla oynanan oyunları. Sen ne seversin Mahinur?”


“Bilmiyorum ki ben daha.”


Safça sorulan soruların çağındaydık. Sorup anlamlandırmalıydık. Ve gitmeliydik kanımca. Rüzgârı ve yağmuru olmayan kocaman şehirlerde, binmeliydik rengini umursamayan dolmuşlara.


“Sen böyle gitmeyi mi seçtin Mahinur?”


Kahverengi toprak sessizce biraz daha çöktü içeri. Yine cevap vermedi. Hiçbir yer gitmek için cazip değildi çünkü. Ulaşmış mıydı kimsenin kimseyi yok saymadığı adil gezegenlere? Keşke bilseydi Selma. Yıllardır nefes almaya, elini uzatmaya çalıştığı başka arkadaşlarının nefes aldığını. Toprak da nefes alırdı. Gerçekten istediği bu muydu Mahinur’un? Bir yığın toprakta nefessiz yatmak mı?


Pencerenin önüne yığılmış yoğurt kapları vardı Mahinur’un annesinin. İçinde bin bir renkte açan sardunyaları. Itır sardunyaları, sakız sardunyaları. Itır bunlar, dedikleri kendi çevrelerinde büyür de büyürdü de, sakız olanlar sarkardı da sarkardı.


Sakız sardunya yağmuru severdi. Güneşle bozuktu arası. Yeri değişsin istemezdi. Ne toprak ne durduğu yer. Öylece kalıp, itina ile sulanmalıydı ki yeni dalları çıksın. Köklerini yenilesin.


Itır’ı alıp her yere koysan alışırdı. Kökünden koparsan yine de tutunurdu olduğu yere. Sakızsa inadına nazlıydı. Büyüsün çiçek açsın diye koyulduğu yerde cevapsız bin bir soru sorardı Mahinur’un annesine. Cevaplayamazdı ki annesi. Onun da bildiği aynı beyaz duvar dibi, ya da aynı pencere önüydü.


Mahinur gece gündüz sorardı annesine, alacağı cevap gitmezdi çiçeklerin ötesine.


“Kaybolma bir yere. Dur gözümün önünde. Nazlısın sen. Yerin değişirse küsersin toprağına.” derdi. Gidemedin sen korktun! Anneni dinledin. Benim annemse hep git dedi. “Git yeni topraklarda aç çiçeklerini!”


Bir rüzgâr ittirivermiş poyrazdan, seramik saksı devrilmiş, yoğurt kaplarındaki sakız gülmüş ona “Öleceksin yeniden toprak görmezsen eğer.” demiş.


Annemse bir dal almış yağmurlu günde kökünün dibinden. Bense taşımışım o dalı. Bir kıtadan öbür kıtaya.


Sen sakız Mahinur, yerini hep sevmeye zorlandın. Bense beni önüne katacak yeni rüzgârlar peşindeydim. Çiçeklerimi açtırmaktı bütün kaygım. Nerede olsa kök salabileceğimi ispatlamaktan geçiyordu bütün istikbalim.


Sen iki çiçek açtırdın. Biri uğruna ölünecek bir dişi, diğeri senin kopyan asi bir oğlan. Bense diploma yarıştırdım tombul ellerimi tutan diğer yol arkadaşlarımla. Sürgün yedim, sürgün verdim dünyanın ta öbür ucunda. Sıkışmadım aşacağım engin denizleri varken yetiştiğim kasabanın kanadı kırık dökük balıkçı limanlarına. Açıverdim dünyanın getireceklerine yelkenlerimi.


Son durağında tutamadım ben seni incecik bileğinden. Aynı durakta değildik artık. Çoktan değişmiştik. “İki güzel dikilmiş ağacın var, yapma!” diyemedim. Sen de bana “Gitme!” diyemedin. Hatta “Git!” dedin. İttirdin. “Bu kasaba sana göre değil.” dedin kendi dilinde. Küskünlüğünle söyledin. Sana yakıştıramadığım kıskançlığınla bağırdın. Ben kalıcı değildim.


Ne fazla geldi ki sana? İçinden taşmaya uğraştığın yoğurt kapları mı? Tut demesen de tutardım ki ben seni. Alıp taşırdım az güneşli pencerelere. Suyunu az koyardım, güneşle kavganı bildiğimden arka balkonumda büyürdün. Ben gibi şehirler, ülkeler gezdirmezdim sana.


Bir akşam “Ben gidiyorum.” demişsin. Alıp başını gitmişsin beş odalı boğaz gören evinin balkon kenarından. Uçup gitmişsin muhteşem manzaralı evinin terasından.


Tanımış seni aynı toprağa dikilen sardunyalar. Itır’ı ayrı, Sakız’ı ayrı tanımış. Bu betonda büyüyemez demişler. Sarı kara toprağa taşımış seni çelimsiz yürekler. Gezemeyince durmayı seçmişsin. Orada da duramazsın ki sen.


Beklersen geleceğim. İlk derse, aynı otobüse varıp, aynı sırada öğreneceğiz, aynı çocuğa âşık olacağız daha!


Sen kuruyup ölmeyi seçmişsin. Ben dut gibi duruyorum diplomalarımla.


Gelirim ben de sonra. Belki çok sonra.



Gökçe Gönülaçar

Schoolgirl with Books
bottom of page