Kırşehirli meşhur demirci ustası Hasan ile yine onun memleketinden, ailesiyle göçüp İstanbul’a yerleşen Arife, yılların birinde, çocukluktan henüz ergenliğe geçmişken evlendirilmişler. Arife evlenmeden önce ağabey diye seslenirmiş Hasan’a gördüğü yerlerde. Zaman ikisine de karı koca olmayı, sevgiyi, bir olmayı öğretmiş. Ağabeyiyle ortak dükkânlarında demircilik yaparak geçimini sağlayan Hasan Usta, ağabeyinin tam aksine yaşadıkları mahallede mert ve yardımsever biri olarak bilinirmiş.
Kocası gece gündüz demir döverken Arife de boş durmamış, bir sigara fabrikasında iş bulmuş kendine. O yıllarda bir kadının fabrikada çalışması çok da görülüp, kabul edilen bir durum olmamasına rağmen Arife kimseyi umursamamış. Zaten Hasan Usta’nın karısının adını ağzına alacak olanların bir kere daha oturup düşünmesi gerekiyormuş.
Akıllı bir kadınmış Arife, kimseye muhtaç olmamak için elinden ne geliyorsa yapmaya hazırmış. Bulunduğu zamandan bir adım öndeymiş. İşte sırf bu yüzden, koca koca çuvalları fabrikanın daracık merdivenlerinden çıkarır, gıkı çıkmazmış. Dilindeymiş bütün işçilerin, hatta patronların, “Demircinin karısı da aynı onun gibi.” derlermiş. Hasan Usta askere gittiğinde ona yün içlikler alabilmek, kimseden para istemeden kocasına harçlık yollayabilmek Arife’nin gururunu okşarmış.
Zaman onlara dört çocuk hediye etmiş. İki kız iki oğlan. Çocuklar olduktan sonra Arife de ısrarcı olmamış artık çalışmak için, evlatlarına bakmış. Tertemiz, ütülü yakalıklar, önlükler giydirmiş hep çocuklarına. İyi okullara gidip, gönüllerine koyduklarıyla ev ocak kurmuş her biri. İşleri yolunda, anne babalarının huzuru yerindeymiş.
Artık baş başa kaldıkları yılların akabinde, Arife’nin, karısını kaybeden kardeşi Tahir’i yanlarına almışlar. Onun da çocukları yuvadan uçup gideli çok olduğu için yalnız kalmasına gönülleri razı gelmemiş. Zaten eniştesiyle hep iyi anlaşan Tahir, beraber yaşamalarının da ardından iyi bir arkadaş olmuş ona. Eniştesiyle işe gidip, demirciliğin püf noktalarını sorup öğreniyormuş. Her ne kadar “Benim yaşım artık geçti, benden hiçbir şeyin ustası olmaz.” dese de Hasan Usta hep onu cesaretlendiriyor, “Demircilik yaş işi değil, yürek işi.” diyormuş.
Akşamları ellerinde kavunla eve gelir, Arife’nin hazırladığı sofraya bir ufak açar, demirin üzerlerinde bıraktığı tüm kiri pası silip atarlarmış. Tahir ve Arife belki de çocukluklarında, aynı evde büyümüş olmalarına rağmen böyle güzel zaman geçirmemişler. Bazı günler Tahir evde kalıp, ablasına yardım edermiş. Pazara gider, tüp değiştirir, elektrik işlerini halleder, arada bir de artık çok zor gelse de perdeleri takarmış.
Ani bir kalp krizi sonucu Hasan Usta’yı kaybettikten sonra iki kardeşin de yüzlerinin, evlerinin rengi solmuş. Tahir en iyi arkadaşını, Arife ise can yoldaşını kaybetmiş. Yalnızlıkla düşman olmuş iki kardeş. Birbirlerine bir kez daha, bu sefer derinden bağlanmışlar. İkisinin de çocukları ara ara gelip ihtiyaçlarını karşılıyor, ellerinden geldiğince destek oluyor ama yine herkes evine dağılıyor, iki kardeş baş başa kalıyorlarmış.
Hasan Usta’nın, salondaki ceviz ağacından yapılı vitrinde duran fotoğrafının rengi solmaya başladığı yıllarda, sinsice belirmeye başlamış hastalık Arife’nin kat kat kırışmış yüzünde. Mutfaktaki tencerenin tavanın yerini bulamaz, çocukların bıraktığı harçlığı nereye koyduğunu hatırlayamaz olmuş. Arada kardeşi Tahir’e Hasan diye sesleniyor, çocuklarının adlarını unutuyormuş. Ablasının bu hallerini ilk başta hep üzüntüye vurmuş Tahir. Ancak zamanla anlamış ona neler olduğunu. Çocukları çağırıp tek tek anlatmış içini acıtanları. Hemen doktorlara gidilmiş, testler yapılıp, röntgenler çekilmiş. Ahşap evlerinin mutfağındaki sararmış mermer tezgâhın üzeri reçetelerle, ilaçlarla dolmuş.
Bir öğlen vakti, salondaki divanda uyuduğunu sandığı ablasını, pervazı açılırken gıcırdayan pencerenin kenarından aşağıya doğru gülücükler saçarken bulmuş Tahir. Dışarıdan kahkaha atan çocuk sesleri de geliyormuş. Arife birdenbire “Kanca kanca.” diye bağırıp gülmeye başlamış. Ne duyduğunu anlayamamış önce Tahir. Zaten son günlerde anlamlandıramadığı çokça şey yapmaya başlamış ablası. Tekrar dinleyince “Kanca.” sözünü işitmiş kulağında. Biraz daha bekleyip ablasını içeriye çekip sormuş Tahir:
“Ne istiyorsun Arife, kancayı ne yapacaksın? Söyle, ben sana bulup getireceğim kanca.”
Arife ise yüzünde gülücükler, dilinde takılmış kelimeyle masum masum bakıyormuş kardeşine.
“Kanca, kanca.”
Ablasından istediği cevabı alamayan Tahir, eğilip pencereden bakmış bu sefer. Aşağıda üç beş oğlanın gülüp eğlendiklerini, ellerinde de bir şey sakladıklarını görmüş. Tahir mahallenin bu çocuklarını tanıyıp bildiği için çekinmeden sormuş:
“Hey çocuklar, nedir o elinizdeki, neye gülüyorsunuz siz öyle?”
Aslında merak ettiği ellerindeki değilmiş Tahir’in, merak ettiği bunun ablasıyla ne ilgisi olduğuymuş.
“Yok bir şey Tahir amca, boş ver sen demişler hep bir ağızdan.”
İçlerinden biri arkadaşlarına dönüp,
“Oğlum söyleyelim lan.” demiş ve aralarından fırlayıp elindeki kadın pedlerini göstermiş.
“Buna gülüyorduk Tahir amca, Arife teyze fırlattı bize az önce bunları, kanca kanca diye de bağırıyordu.” demiş.
Çocuklar da kancayla bu kadın pedinin ne alakası olduğunu bir türlü anlayamamışlar ama annelerinden ablalarından duydukları bu sır gibi saklanan objeyi ellerine geçirince de kendilerine eğlenecek bir şey buldukları için memnunlarmış.
Tahir, çocuklara bir şey demeden içeriye dönmüş. Kanepeye yatırdığı ablası çoktan uykuya dalmış. Merakından ölse de onu uyandırmaya kıyamamış. Ablasının ayak ucuna oturup, dakikalarca kendi kendine düşünüp durmuş. Oysa nereden bilebilirmiş ki Tahir, ablasının kadınlığa ilk adım attığı zamanlarda, annesinin onun için hazırladığı pamuklu bez çaputlarını, bu çaputları bir kancayla külotuna tuttursun diye ablasına verdiğini ve ablasının bu kancalı iğneleri sürekli kaybettiğini. Şimdi de ablasının aklı biraz geçmişle selamlaşırken, banyo dolabından bulduğu kızına ait bu pedlerin adını hatırlayamayıp böyle adlandırdığını.
Nereden bilsin ki? Bilemezdi Tahir.
Eda Elbir Şimşek
Comments