Nuray Önoğlu’na
Ellerim ceplerimde kaç kez geçmiştim bu kitapçının önünden ben bile hatırlamıyorum. Arada bir vitrinden taraf bakıyor, sonra da hızlanıp geçiyordum. Bir iki defa kapının koluna uzanmış, bir başka seferinde de güç bela gövdemi içeri sürüklemeyi başarmıştım. Hoş, girmemle çıkmam bir olmuştu ya, orası başka.
Kaç gündür bu plan üzerinde çalışıyordum. Evde, okulda, otobüste neyi nasıl yapacağımı belirliyor, kendimi o ana hazırlıyor, sonra vazgeçip tekrar başa dönüyordum. Okulda arkadaşlar konuşurken duyuyordum; öyle kolaymış ki yaptıkları şey. Kaşla göz arasında indiriyorlarmış. Hem sipariş de alıyorlarmış, isteyene, istediği türde.
Fakat ben onlar gibi değildim. İhtiyarcıklar çocukken kulağımı uzun uzun bükmüşlerdi.
“Aman ha!” demişlerdi. “Her şeyle gel o işle gelme!”
Çaresiz kalmasam, hoca her seferinde daha edinemedin mi gibisine gözümün içine içine bakmasa, bu yıl okulu bitirmeye mecbur olmasam... Mümkünü yok yapmazdım ya, yapacağım işte, el mecbur. En son dün gece sırtımı dikleştirip, aynaya doğru işaret parmağımı sallayarak, kendimi karşıma alıp konuştum;
“Sanki banka soyacaksın babasını satim, altı üstü bir kitap! Hem mecbur kalmasan ne diye… Paran olunca da işte…”
Aslında o gün Ezgi’ye bira ısmarlamasaydım bütün bunlar gelmeyecekti başıma ya, oldu bir kere. Hem bira ısmarladım da ne oldu, telefonuna bir mesaj gelmesine baktı beklentimin suyla buluşması.
Didemler filanca bardaymış da gelir miymişim?
“Gelemem, param yok!” diyemedim tabii. “Vizeler var, çalışmam gerek.” diye bir şeyler geveleyip, cebimdeki son parayı da öylece…
İhtiyarcıklardan da isteyemem. Daha maaşa hayli zaman var. Zaten yeterince fedakârlık yapan ihtiyarcıklar, bırakın o işi yapmayı, düşündüklerimi bilseler yüzüme tükürürler. Ama işte hoca şart koştu. İlla o kitap alınacak diye. Ulan o kitap da eksik olsun ne var yani, değil mi? Yok, adam Nuh dedi peygamber demedi. Alınacak da alınacak! Sanki o kitap olunca makro ve mikroekonominin şahı olacağız. Okulu bitirince olup olacağımız, -o da olursak- herhangi bir muhasebecinin yanında getir götürcü, en iyi ihtimalle de bankada veznedar.
Sabah uyanınca planımı tekrar gözden geçirdim. Hazırlıklarımı tamamladım. Hazırlık dediğim de tek parkamı sırtıma geçirmek ve aynada son kez kendimi tembihlemek. Gerçi mayıs ayında bu parkayı giymek de biraz tuhaf kaçacaktı ya, yine de planın en önemli kısmı oydu. Hem parkanın geniş iç cebi olmasa kitabı nereme sokuşturacağım? Öyle ya, varsın az biraz terleyelim, şeker değiliz, erimeyiz.
Kitapçının olduğu sokağın başına gelince son bir kez planımı gözden geçirdim.
“Yaparsın oğlum, az biraz cesaret. Bak millet kitap fuarlarından çuvalla kaldırıyor, seninki altı üstü bir tanecik…” diyerek de verdim gazı bünyeye.
Hayret! İlk seferde dalabildim içeri. Kimseye bir şey demeden de kitabın olabileceği rafa doğru yöneldim. Kısa bir tetkikten sonra kitabın yerini saptadım. Bundan sonrası kolay diye düşünüp, raflar arasında gezinmeye başladım. Bir taraftan da gözüm kasadaki kadında. Altmış yaşlarında, 1.55 boylarında, ponçik yanaklı, burnunun ucuna inmiş gözlüğüyle sürekli kitap okuyan bir kadın. Okuduğu kitaba öylesine dalmış ki, dünya yıkılsa kılını kıpırdatmayacakmış gibi geliyor bana. Ama yine de her şeye rağmen tedirginim.
En uygun ânı kollayıp, kitabın olduğu rafa yöneldim. Ortalığı son bir kez daha kolaçan ettikten sonra elimi kitaba uzattım. Uzatmamla birlikte bende film koptu. Çünkü 1985 yılının o sıcak öğlesinin anısı zihnimi ele geçirdi. Gerçi o zamanlar çocuktum ya, yine de hırsızlık hırsızlıktı. Yok, öyle ekmek, oyuncak, baklava filan çalmamıştım. Olay şöyle olmuştu:
Okulun tatil olduğu yaz aylarında sokaklarda baş kabak, yalınayak sürtmeyeyim diye babam, tamirhaneye çırak yollamıştı beni. Hem hayatı öğrenirsin hem de okullar açıldığında kendine defter, kitap eriştirirsin diyerekten. Evle tamirhane birbirine uzak olduğundan da öğle yemeği parası olarak cebime yarım ekmek, içine de helvaya yetecek kadar bir harçlık koyuyordu. Elbette o parayla ekmek, arasına da helva almıyordum. Öğlen olunca doğruca Çelik sinemasının önüne. Yok, film izlemek için değil. Orada beni çeken başka bir şey vardı, çizgi romanlar. Merdiven basamaklarına belirli aralıklarla dizili Teksas, Zagor, Çelik Bilek, Mister No, Yüzbaşı Tommiksleri görünce kendimi kaybediyor, yarım saat okuma karşılığında cebimdeki yemek parasını kitapların başında bekleyen amcaya veriyordum. Sonra akşama kadar aç biilaç… Fakat ne kadar okusam da çizgi romanlara doymuyor, benim olsun, cebimde gezsin, istediğimde açıp okuyayım diye çocukça bir istek duyuyordum. Ama bende o kitapları alacak para yok. Haftalığı aldığım gibi anama veriyorum ki biriktirsin de okul açıldığında defter, kitap alayım. Bir iki kez ben gibi diğer atölye çıraklarının oradan kitap aşırdığına tanık olduğumda, kabak kafamda bir ampul yandı. Kendi kendime “Bak ne kadar da kolay, sokuver cebine olsun bitsin.” diye düşündüm. Ortalığın sakin olduğu, amcanın da başka yöne baktığını zannettiğim bir anda tasarladığım şeyi yaptım ve Teksaslardan birini Adana işi şalvarımın kocaman bir çukuru andıran cebine attım. Görülmediğimi varsayarak kalkıp gitmeye yeltendiğimde anladım dünyanın kaç bucak olduğunu. Amcanın önce bir aslanı çağrıştıran “Lann deyyus!” diye kükremesi, akabinde de enseme inen şaplak sesi…
Yukarıda anlattığım olay aklıma gelince dönüp kitapçı kadından yana baktım. Hiç de enseme şaplak atan o amcaya benzeyen bir hâli yoktu. Ama yine de korkuyordum işte. Sanki doğum yapacak bir kadın gibi kendimi, “Soluk al ver, soluk al ver!” diye sakinleştirmeye çalışıyor, kalbimin traktör sesini andıran gümbürtüsünü bastırmaya çalışıyordum. Titreyen elim kitabın sırtında öylece ne kadar kaldım bilmiyorum. Sonra işte tırışkadan bir cesaretle kitabı alıp parkamın iç cebine sıkıştırdım, cebimde kitap olduğu anlaşılmasın diye de sol kolumu cebin üzerine…
Kitabı aldıktan sonra şüpheyle sağıma soluma baktım. Her şey olağandı. Kadın kitabını okuyor, bir iki müşteri ortalıkta dolanıyordu. Hemen çıkıp da şüphe çekmeyeyim diye birkaç rafa daha bakıp oyalandım. Kitapçıdan çıkıp gitmeye her yeltendiğimde “Acaba anladılar mı?” diye vesvese yapıyor ve dolanmaya devam ediyordum. Neden sonra “Ne uzatıyorsun oğlum, paran olunca getirip vereceksin işte!” diye kendimi ikna edip kapıya doğru hızlı hızlı yürüdüm. Kadının benimle ilgilenmemesi ve başını kitabından kaldırmayışından cesaretle kapının koluna yapıştım.
Kapıyı kendime doğru çektim çekeceğim, “Bakar mısınız?” sözüyle irkildim. Gözüm kararıp, kulaklarım uğuldamaya, sırtımdan, boynumdan ve bilumum gözeneklerimden ter sel olup akmaya başladı. Sanki bütün dünya durdu ve ben o kitapçının kapısında manda boku gibi olduğum yere yapışıverdim. Ağır çekimde dönüp baktığımda kitapçı kadın, içinde ne olduğunu kestiremediğim kâğıt torbayı bana doğru uzatıyordu. O, elinde kâğıt torba, ben sol kolum parkaya yapışık birkaç saniye öylece karşılıklı duruverdik. O an, “Ah, şurada bir yarık oluşsa da, ben sonsuza kadar o yarığın içine girebilsem.” diye düşündüm.
Ben orada kendimi sinek pisliği kadar küçük hisseder hâldeyken, kitapçı kadın yaklaştı, gözlüğünün üzerinden kısacık bir bakışla beni süzdü, torbayı uzattı, beş kelimeden oluşan bir cümle kurdu ve okuduğu kitaba geri döndü.
Az sonra kitapçıdan çıktığımda, suratım allak bullaktı. Kırk tilkinin kuyruğunu bağlasanız bu kadar karışık olmayacak yüzüm; yorgun, mahcup, suçlu, ağlak ve mütebessimdi.
Bana kalırsa kitapçı kadının söylediği beş kelimeden oluşan o cümle, anlayana yirmi yıllık eğitim tedrisatından da değerliydi.
Elbette ki merak ediyorsunuz kadının bana ne dediğini, değil mi? Siz de ne meraklıymışsınız yahu. Yok, hayatta söylemem. Bırakın o da kitapçı kadınla benim aramda sır olarak kalsın. Olmaz mı?
Cabir Özyıldız
Comments