Dışarıda pırıl pırıl bir güneş. Bahçedeki manolyanın hafif rüzgâr eşliğinde oynayan yapraklarının gölgeleri balkonda bir o yana bir bu yana savruluyor. Henüz tenteyi açtıracak kadar olmasa da çiçekli minderin üzerine doğru uzattığım ayaklarıma gelen güneş ile oyunlar oynuyorum. Balkon demirlerine asılı saksılarda beyaz, pembe ve mor hüsnü yusuflar sanki dans ediyorlar. Hiç kalkasım yok yerimden, bir rehavet üzerimde. Şimdi diyorum, yalnız olsaydım, karnımın gurultusunu duyana kadar böyle kımıldamadan yarı uyuyup, yarı okuyarak tembellik edebilirdim burada. Ama yemek vakti geldi. Yerimden kalkmak için tam harekete geçerken duyuyorum içeriden gelen sesini.
“Ne yapacaksın öğlene?”
“Ben de şimdi kalkıyordum, yemeği hazırlamak için.” diyorum. Patlıcan musakka diye karar verdik ya kahvaltıda. Ne çabuk unutmuş diye geçiriyorum içimden. Şu korona olmasa ne güzel herkes ofisinde olacaktı şimdi. Ne pişireceğimi değil de hangi restorana gideceğimi düşünecektim.
Benden hemen önce giriyor mutfağa. Yardım edeceğinden değil tabii. Dün yaptığım kurabiyelerin peşinde. Çocuk gibi döke saça yiyor. Daha bu sabah süpürüp silmiştim bütün evi oysa. Yerdeki kırıntılara sinirle baktığımı görüyor, “Ne yapayım, bu meret de dökülmeden yenmiyor ki. Akşama ben süpürürüm, merak etme sen.” diyor.
Kibarlığı bile batıyor şu an. Beni mutfakta bırakıp salona geçiyor, açıyor spotifyını. En ağırından bir sanat müziği dolduruyor hemen odayı. Oysa şöyle güzel bir Ella ya da Ceseria ne güzel giderdi bu havada. Soğuk bir beyaz şarap, hafif bir kitap, kocaman bir şapka ve bir şezlong. Uzanmak bir ağacın serin gölgesinde, bir deniz kenarında. Ah diyerek bir iç geçirip dönüyorum soğanları doğramaya. Dolaptan patlıcanları, domatesi de alıyorum. Kıymayı sabahtan çıkarmıştım çözülsün diye. Neredeydi şunun tarifi? Eksik olmasın bir şey diye telefonumu almaya balkona giderken salondan geçmek zorundayım. Gözümü kapatsam, sadece müziği dinlesem, bir rakı sofrasında bulabilirim kendimi. O ise açmış gazetesini, ayağı ile tempo tutarken, köşe yazılarını bitirmekte. Birazdan bulmacalara gelecek sıra.
Patlıcanları soymaya girişiyorum. Daltonlara benzetiyorum ben onları böyle çizgili. Oysa annem pijama gibi diye öğretmişti çocukken. Kafamdaki müzik eşliğinde ocaktaki kıymayı karıştırırken omzumda bir el ile sıçrıyorum yerimden. Oysa eskiden bunu yapmasını ben isterdim; gelse gizlice, sarılsa belime, bölse beni, boş versek yemeği diye. Şimdi tek düşündüğü saatinde karnının doyması.
“Patlıcanları kızartacaksın değil mi? Yoksa fırında ızgara mı yapacaksın; tam lezzetli olmuyor öyle.”
“Gel sen yap istersen.” Sesim düşündüğümden de yüksek çıkıyor. Altı astarı bir öğlen yemeği ama iki saatimi alıyor hayatımdan. Bir tost yesek olmaz mıydı sanki, diye düşünüyorum. Nereden çıktı şimdi bu gözyaşları. Ne yapacağını şaşırıyor o da.
“Çok bunaldım Fikret.” diyorum. Sonra susuyorum.
“Çok yoruldun sen.” diyor.
“'Zevk alıyorum mutfakta istediğim gibi zaman geçirmekten,’ dememiş miydin geçen gün?”
“O iki ay önceydi Fikret.” diyebiliyorum.
“Tamam, hadi sen balkona.” diyor. Dolaptan iki yumurta alıyor, kıymaya kırıveriyor. Gözlerim parlıyor, bana yaptığı ilk yemek geliyor aklıma.
“Patlıcanlar…” diyecek oluyorum.
Bana bakmadan, telefonunu çıkarıp cebinden yine spotifyı açıyor. Salondan Dos Gardenias’ın sakinleştirici ezgisi geliyor.
“Hadi balkona, marş marş!” diyor ve kovalıyor beni mutfaktan. Dolaptan buz gibi bir şişe beyaz şarap çıkarıyor.
Seçil Erginler
ne güzel sıcacık bir öykü olmuş. hep böyle anlayışlı eşler olsa. eline sağlık
Çok güzel, zevkle okudum… kalemine sağlık💕