İçinde dolanan bulutların nemine inat güneş ortalığı çoktan ısıtmaya başlamıştı. İsteksizce gözlerini açıp tavanın beyazına dikti. Bembeyaz duvarda sadece onun görebildiği pembe leke kalbini sızlattı. Sokak kapısından gelen asansörün sesini dinledi. Bir yaklaşıp bir uzaklaşan sese kilitlendi. Ciğerinin iniş çıkışlarını takip ederken nefesi daraldı. Gel gitli ruhundan yorgun, yataktan kalkmaya bile mecal bulamadı. İçimdeki umut nerede? Hem her şeyi vardı hem hiçbir şeyi yoktu. Umut soluk bir leke. Hem yaşamak istiyordu hem ölmek.
Mutfaktan gelen seslerin tekdüzeliği, aynı radyo kanalı, aynı spiker, su ısıtıcısının fokurdayan sıcağı, masaya dizilen tabaklar, çay kaşığının tıngırtısı, aynadan yansıyan günün anlamsızlığını çaresizce doldurmaya çalışıyordu. İçinde oyuk kalan boşluğa dokunmak ister gibi ellerini karnına götürdü. Gözlerinin önünden pembe bir leke geçti.
Başını yatak odasının kapısına çevirdi. Önündeki uzun koridora doğru içinden avazı çıktığı kadar bağırmak istedi. Bağırdı da. “Nedeeen?”
Sesine, mutfaktan koşarak gelen adamın yüzü endişeyle gerilmişti.
“Canım iyi misin? Rüya mı gördün yine?”
Nisa kocasının sorusunu duymamış, mırıldanmaya devam ediyordu. “Neden kaybettik?”
Kerem yatağın kenarına oturup karısını omuzlarından hafifçe sarstı.
“Sakin ol, sadece rüya gördün.”
“Hayır gerçekti. Gördüğümü yaşadım ben.”
Nisa sessizce hıçkırmaya başladı. Boncuk boncuk terlemiş yüzünü silen kocasına döndü.
“Ruhum sıkışıyor Kerem, içime bıçaklar saplanıyor.”
“Biliyorum canım. Ben de çok üzgünüm ama geçecek, biraz zaman.”
“Nasıl? İçimde hep aynı sancı var.” İncecik parmaklarıyla adamın koluna tutundu.
Kerem cevap vermedi. İki aydır ağzını bıçak açmayan karısının hiç değilse içindeki acıyı paylaşmaya başladığını düşünüp biraz rahatladı.
“Hadi gel birlikte kahvaltı edelim. Bak çayı demledim, yumurta hazır, simit bile aldım!”
“Sağ ol. Ben bir banyoya girip geleyim.”
Musluktan akan suyu yüzüne götürmek için eğildiğinde beyaz fayansın üzerinde yine o belli belirsiz pembe lekeyi görür gibi oldu.
Derin bir nefes aldı, aynadaki solgun yüzüne baktı. Yeşil gözleri küçülmüş, ince dudakları kurumuş, gamzeli yanakları çökmüştü. Yüzü aşağı doğru eğilmiş çaresiz bir isyanla sızlıyordu.
Neden ben? Genç kadın aklından çıkaramadığı bu sorunun cevabını bilirse acısının da hafifleyeceğini düşünüyordu. Hamileliğinin son haftaları yaklaşırken beklenen mutluluk hiç olmuş, haftalarca kıpırdamadan yattığı hastane yatağındaki son, renksiz bir sancının çığlığı ile gelip içindeki canı alıp gitmişti. Gördüğü her beyazda çarşafın üzerinde kalan pembe lekeleri hatırlıyor, boşluğa doğurduğu oğlunun, içinde bıraktığı sancıları dindiremiyordu.
Kocasının özenle hazırladığı sofraya oturduğunda biraz toparlamış, karnı az da olsa acıkmıştı.
“Simit mis gibi susam kokuyor. Çay da ne güzel demlenmiş. Sağ ol.”
“Hadi başla.”
“Meryem neden gelmedi hâlâ? Sen de işe geç kalacaksın.”
“Gelir birazdan. Ali’yi bırakacak yer bulamamış da, aradı sabah.”
“Ali’yi de getirse keşke.” Nisa’nın yüzünden belli belirsiz bir aydınlık geçti.
“Getir dedim zaten. Abi çare bulamadım deyince, ne yapsın garibim.”
Zilin sesi duyulduğunda Nisa ağır ağır çiğnediği lokmalarının sonuna gelmişti.
“Hah işte geldi bizim parmak kadın.” diye gülümsedi Kerem.
Kapının önünde dikilen Meryem alı al moru mor konuşmaya başladı.
“Ah abim kusura bakma çok geç kaldım. Ali’yi de mecbur yanımda getirince iyice oyalandık.”
“Olsun, ayarladım ben işimi, haydi geçin içeri.”
Meryem küçük bedeninden beklenmeyecek bir güçle hareket ediyor, hızlı hızlı yürüyordu. Sesinin renginde hayatı kucağında taşır gibi yaşayan bir hafiflik vardı. Soğuktan kızarmış burnunu çeken Ali, annesinin arkasına saklanmış meraklı gözlerle etrafa bakıyordu.
“Nasıl benim güzel ablam? Daha iyice mi?”
“Hoş geldiniz, eh işte iyiceyim.” Nisa’nın çelimsiz sesi mutfakta kayboldu.
“Ay benim canım ablam, eh yok, eh yok, iyiyim diyecen, iyi olacan. Bak ne diyorlar ne dersen osun ne düşünürsen o olursun.”
“Alemsin Meryem. Nereden geliyor bu laflar aklına.”
Nisa yarım yamalak da olsa gülümsedi. Ana oğulun kapıdan girişiyle evin içine yaşayan, sahici bir hayat girmişti. Mutfak kapısının önünde duran Ali’ye seslendi.
“Gelsene Ali, kahvaltı ettin mi sen?” Ali zeytin karası gözlerini utanarak kırpıştırdı.
Meryem hemen atıldı. “Yedi abla, yedi o. Ali gel oğlum buraya. Bak anlaştığımız gibi ses etmek, Nisa Abla’ya rahatsızlık vermek yok.”
“Dur annesi, bırak da Ali cevap versin.” diye söylendi Kerem. İşe gitmek için hazırlanmış koridorda bekliyordu. Eliyle gizlice Nisa sana emanet, diye işaret etti.
Meryem eşarbını hızlıca çıkarıp hemen mutfakta işe koyuldu. Bir taraftan da Nisa’yı meşgul etmek için aklına geleni anlatıyordu.
“Ablam senin bu kocan vallahi pırlanta gibi adam. Maşallah gözünün içine bakıyor, ne hayırsız, affedersin, hıyar kılıklı adamlar var.”
“Öyledir Kerem, merhametlidir.”
“Canın ne yemek çekiyorsa yapayım sana. Yetmedi mi ablacığım günlerdir perişan ettin kendini? Bak, can boğazdan gelir, ye biraz da bir an önce toparla gücünü, kendini.”
“Uğraşıyorum ama içim çok acıyor.”
Meryem önce durakladı, yüzünden bir bulut geçti, sonra birden kararlı, sesini yükseltip “Sen bildin mi beni?” diyerek diklendi. Bir parmak boyu ile nasıl da sağlam duruyordu.
“Biz kaç senedir tanırız birbirimizi ablacığım?”
“On yılı geçmiştir değil mi?” Nisa onun bu akıl veren hallerine, hayata tutunuşuna şaşırır, imrenirdi.
Tezgâhtaki muzlara gözünü diken Ali mutfağın girişinde bekliyordu.
“Hadi Ali’m, sen al oyuncaklarını git içerde oyna biraz.”
Nisa, Ali içeri giderken tabaktan aldığı muzu çocuğa uzattı. “Al canım, oynarken yersin içerde. Ben de gelirim yanına birazdan istersen kitap okurum sana.”
Ali utangaç, gülümsedi. Bu eve gelmeyi seviyordu.
Nisa, Kerem’den gün boyu gelmeye devam edecek halini hatırını soran mesajlara bakarken kadın anlatmaya devam ediyordu.
“Güzel ablam sen bildim sanırsın da işte her kulun içi başka türlü yanar.”
“Haklısın elbette. Herkesin içinde başka acılar var.”
“Sen doğamamış bebeciğine kahrolursun ya, bilir misin ben doğurduğum, emzirdiğim bebeğimi kendi elimle verdim ya ellere. On altı yıl geçti de hâlâ ne yerini bilirim ne yurdunu…”
“Nasıl? Ne diyorsun sen Meryem?”
“Duyduğunu diyorum ablam. Gençlik de, çaresizlik de, cahillik de; ne dersen de. Koca terk edip gitti, yaş on yedi, kucakta bebe…”
Nisa şaşkın bakakalmıştı, karşısında duran, o parmak kadar bedeniyle acının en alasını onca yıldır yüklenmiş kadına.
“Ne desem bilemedim…”
Mutfaktaki sessizlik Kerem’den gelen mesajın sesi ile dağıldı. “Nasıl gidiyor? Bitti mi kahvaltı faslı?”
Meryem, şakaklarını ovuştururken devam etti. “Bir şey deme. Sen Ali’yi çok seversin ya işte bil ki bir de kızım var benim güzel ablam. Yüzünü bilmediğim, sesini duymadığım, beni hiç bilmeyen bir evladım var. Acısı da hasreti de benimle. Acımın lekesini kimse görmez de bir ben bilirim. Hep içimde.”
Nisa’nın gözleri yağmurdan lekelenmiş cama vuran güneşe takılıp kaldı.
“Silerim ben o camı bugün, bak gör aydınlanır mutfak.”
“Sağ ol Meryem, sağ ol. Bahar da geliyor iyi olur.”
Yeşim Başaran
Kaleminize yüreğinize sağlık.
Bir solukta okuyuverdim ne kadar akıcı, ellerinize sağlık!