Mukavva Kutu - Elmas Tunç

Doktor, umutsuz bakışlarını, odadan çıkarken kısa bir an kadına yöneltti, "Durumunda bir değişme yok." dercesine ve hızla yoluna devam etti.
Kadın, peçeteyle ultrason jelinin artıklarını temizledi. Ardından hem yanlardan hem de öne doğru genişlemiş karnını okşadı yavaş yavaş. Sesi titredi. "Bir yere gitmeyeceksin oğlum merak etme, burada benimle kalacaksın. Senin için dua edeceğim." diyerek günlerdir uykusuz kalmış, şiş gözlerindeki ıslaklığı elinin tersiyle kuruladı. Kirpiklerinin arasından taşan damlalar gözlerini yakmıştı. Gözkapaklarını kırpıştırdı. Sis kapladı bakışlarını tıpkı uyanıkken görülen düşler gibi. Kaçmalıydı bu odadan. Zira yas kokuyordu, ilaç kokuyordu burası. Çatlamış duvarların rengi bile hayalsizdi.
Sessizliği dinledi kadın, içini saran garip bir hüzünle. Pencereye yanaştı. Yolun karşısındaki bankta oturan yaşlı kadına takıldı gözleri. Âdeta banka yapıştı bakışları. Uyanık görülen düşler kadar canlıydı gördükleri. Buruş buruş ellerine baktı ihtiyar kadının. Sonra kendi ellerine. Yaşlı bedenin içine hapsolan kendisi miydi yoksa? Onun muydu bu eller? Zaman hangi ara yatağını değiştirmişti de hızla kadının yazgısına doğru akmıştı? Karşıya baktı yaşlı kadın, hastane pencerelerinin olması gereken yerdeki bomboş arsaya. Bir vakitler... Zihni dağıldı. Toparlayamadı düşüncelerini kadın. Önüne katıp götüremedi. Öylece bırakıverdi banktaki kara deliğe. Kabullenişin yorgunluğu içinde yazmasını ağır ağır düzeltirken senelerin ağarttığı saçlarını örtünün içine soktu. Kaç bayramdır gözü yollardaydı. Kaç mevsim uğramıştı bu bedene, kaç hüzün sığdırmıştı göğüs kafesinden içeriye. Sayamadı. Bir silüet belirdi hafızasında. Cennet kokulusu, biricik torunu gözünde tütüyordu nicedir. Oğlu, işleri bahane ediyordu. Gelini ise iki kelam etmeden fersah fersah ötelere taşıyordu yuvasını. Yaşlı kadınsa gelinini taşıyordu zihninde. Koymuştu kendisinin yerine. Binmişti ikisi de şişme botlara geriye doğru akan zamanda. Evladı hep çocuk kalsaydı keşke. Tıpkı okul yıllarındaki gibi. Ah o yıllar! Zihnine vızıldayarak konan anıyla birlikte yüzünde hafiften bir tebessüm belirdi. Biricik oğlunun çantasını özenle kapatıyordu kadın:
"Okulda kimseyle kavga etme tamam mı benim akıllı oğlum?"
"Etmem anneciğim, sen hiç merak etme!"
"Beslenmeni bitir, terli terli su içme, öğretmenlerini de güzel güzel dinle!"
"Hepsini yaparım anneciğim."
Okul öncesine adım atışı unutulur muydu peki? Ya ilk adımları... İlk adımlarını atarken düşe
kalka öğrenmişti bir şekilde oğulcuğu ayakta durmayı ve dengeyi sağlayarak yürümeyi. Uykusuz geceler, ateşli hastalıklar, bir yaşıyla birlikte uçup gitmişti de o kaybetme korkusu senelerce geçmemişti işte. O uğursuz günde oğlunu parka götürdüğüne bin pişman olmuştu. Hava kapalı olsaydı keşke, bulutlar gökyüzünü kaplasaydı, havada dışarıya çağıran polen kokusu olmasaydı. Parka gitmek neyse de bir anlık dalgınlıkla elinden kurtulup hızla sallanan salıncağın üzerine koşturmasaydı ve saniyeler içinde evladını yerde bulmasaydı. Gözlerine inanamadı. Ok gibi fırladı yerinden. Ağlayan çocuğunun başına koştu. İçini matkapla delen suçluluk duygusunun bir kısmını salıncağı hızlı sallayan kadına yöneltti. "İnsan etrafına bakmaz mı hiç çoluk çocuk var mı diye o nasıl hızlı sallama öyle?" Aval aval baktı sadece diğer kadın umarsız gözlerle. Hiç üstüne almamıştı suçluluktan nasibini. Salıncağın başında çakılmışçasına dikiliyordu. Öte yanda içini çeke çeke ağlıyordu ana-oğul. Göz önüne tekrar tekrar gelen o düşme ânı... Ah ne olurdu zaman dünden bugüne hiç akmasaydı. Ümüğüne yapışmasaydı keşkelerin bıraktığı o kekremsi derin tortu... Ne yutkunarak ne de ağlayarak geçiyordu. "Ya ona bir şey olursa!" endişesi ve suçluluk hissi dizlerinin bağını çözmüştü. Yavrusunu kucaklayıp durdurduğu bir dolmuşla üniversite hastanesinin yolunu tutmuştu. Dolmuş dolu muydu boş muydu, nereye oturmuştu, parayı hangi ara uzatmıştı ya da uzatmış mıydı, "Hemen hastaneye sürseniz... Çocuğa... Salıncak çarptı..." demiş miydi? Bunların hiçbirini hatırlamıyordu. Tek tesellisi, ağlayan yavrusunun susmasıydı. Sustuysa demek ki korkulacak bir şeyi yoktu. "Ya kafa travması yüzünden iç kanama geçiriyorsa ya beyin sarsıntısı geçiriyorsa... Ben ne yaparım o zaman, babasına nasıl derim benim dikkatsizliğim yüzünden olduğunu?" Bu düşüncelerle cebelleşe cebelleşe acilde indi. Kolları uyuşmuş, dili, damağı kurumuştu. Konuşmak istedikçe kelimeler birbirine yapışıyordu. "Yardım edin!" diyebildi güç bela. Hastanenin o bilindik ilaç, yemek, hasta kokusu başını döndürdü kadının. Belki de tansiyonu düşmüştü yaşadığı anksiyete yüzünden. Oğlunu sedyeye yatırdılar, onu da başına oturttular. Dua üstüne dua etti kadın. Tövbeler etti geçmiş günahlarına; sözler verdi Rabbine daha çok ibadet edeceğine dair. Muayene, anamnez, müşahede, röntgen derken akşamı bulmuş, tavsiyelerle taburcu edilmişti küçük yavrucak. Telefonda il dışında bulunan kocasından bir yığın azar işitmişti. Kuzucuğu soluk alıyordu ya "Varsın olsun." dedi.
Derin bir nefes aldı kadın. Uyumaması gerekiyordu çocuğun; öyle demişlerdi. Tabletten çizgi film açtı, çeşitli oyunlar yaptı kadın. Çocuk gece yarısı uykusunda titredikçe nöbet geçiriyor mu diye içi içini yedi. Günler boyu konu komşuya sordu kadın. Sekel kalmış mıdır sorusu içini kemirdi durdu. Seneler yerinde durmazdı ne de olsa. Kadınsa korkularını dizginlemeyi öğrenmişti az da olsa.
İlkokul yılları göz açıp kapayana dek geçmişti de ergenlik dönemi sancıları yüreğine çöreklenmişti. Hatırlayınca bir çiy damlası düşüverdi buruşmuş eline. Dizinin dibinden ayrılmayan evladı odasına çekiliyor, müzik dinliyor, inkâr etse de tütün kokuyordu. Daha düne kadar bebesinin süt kokan nefesi, sigara kokuyordu artık. Konuştukça mesafeler açılıyor, odalar uzuyordu aralarında. Babası müdahil olmuyordu bu konulara. Yokmuş gibi, hiç olmamış gibi... Evin baş köşesine kurulmuş bir koltuk gibi. Oturmuyor, sırtını yaslamıyordu kimse o koltuğa; homurdanıyordu çünkü, mevzular dokundukça kendisine. Koltuk sallanır gibi oldu. Bank kustu yuttuğunu. Arsa kaybolmuş, hastane binası dikiliyordu yerinde. Hamile kadın titredi bir an, yaşlı kadının bedenini bir yılanın derisi misali bırakmıştı gözü açık gördüğü düşte.
Hemşire Hanım girdi o sırada odaya. Âdeta kör duman olmuş sigara dumanını bir hamleyle dağıtır gibi yıkıp geçti kadının düşünden geçenleri. Tıpkı bir heykeli uyandırır gibi olduğu yerde donakalmış kadını çözdü bir dokunuşuyla; kalkmasına yardım etti, koluna girdi. Pek de alakadar olmayan bir tavırla sordu doktorun ne dediğini.
"Dandy Walker" sendromuymuş dedi kadın hemşirenin yüzüne bakmadan. Sözlerine devam etti. "Ama içimde kıpırdıyor, hareket ediyor; hayat dolu benim bebeğim." diyerek karnını okşadı evladına moral verircesine. Daha büyüyüp evlendirecekti onu. Hayalinde yuvasını kaç kez kurmuştu. Hatta gelecekte gelini onu dışlasa da olurdu, bir bankta otururdu sabahtan akşama. Nefes alsındı evladı yeter ki. "Yaşasa da engelli olur, hayatta kalması mucize." sözünü ise hiç konduramamıştı biricik oğluna. Gönül yaslıyken saatler geçmiyor muydu ne?
Sessiz kaldı hemşire. Elini omzuna koydu sadece. "Zaman anlatır nasılsa." dedi içinden kadını yatağına yatırırken.
Ertesi sabah uyandı kadın. Elini yüzünü yıkadı. Henüz uyanmamıştır diye yavrusunu karnının üstünden okşadı, sevgiyle örttü görünmez yorganını. Endişeleri uyumuyordu ama. Kalktı, gezindi. Hareket yoktu batında. Hemşire Hanım’a seslendi elini karnına götürerek: "Kuzum hareket etmiyor." dedi. Doktor geldi, ultrasonla bakıldı. Serum takıldı kadına, suni sancı verildi. Kalbindeki sancı bıçak kesiğinden beterdi.
Gözleri sağanak sağanak yağışlıydı kadının taburcu ettikleri vakit, yüreği parçalı bulutluydu. Zira tüm hayallerine rağmen umutsuzluk doğurmuş, çektiği acı, sancısını bastırmıştı. Kollarında taşıdığı küçük mukavva kutuysa hiç bu kadar ağır gelmemişti hayatında.
Elmas Tunç