“Sahi… bu kadar mı? Agatha Christie’nin odasını görmeyecek miyiz?”
“O odada misafir var.”
“Müze değil yani oda?”
"Normal oda," dedi; kapkara döpiyesli, aşırı ciddi görevlilerden biri, mekanik bir sesle.
Netflix’te yayımlanan Pera Palas dizisi nedeniyle bu tarihî otele ilgi büyüktü. Kalabalık akın akın geliyordu, ezilmemek için kenara çekildim. Agatha’nın odasında kalmak… kaçadır? Kim kalıyor? Orada kalırsam bir dedektiflik hikâyesi yazabilir miyim? Ya da sarkaçlı saat on ikiyi vurduğunda Agatha gelip kulağıma hikâyeler fısıldar mı? Agatha’nın kullandığı eşyalar hâlâ duruyor mu? Yatağı, masası; ya sarkaçlı bir saat var mı odada?
Soramadım tabii, görevli sır olup gitmişti.
Kalabalığı yararak, zar zor çay salonuna indim; İlham Gencer eşliğinde çok çay içmişliğim vardır burada. Rahmetli anneannemle de gelirdik. Hatta banker döneminde Aksaray’daki atadan kalma apartmanı satalım, bankere verip Pera Palas’ta kalalım demişti anneannem. Ben de liseyi bitirip İstanbul’da onun yanında okuyacaktım üniversiteyi. Pera Palas’taki hayatımız hakkında az mı hayal kurmuştuk! Apartman satılamadan banker batmıştı. Günlerce paramızı kurtardığımıza sevineceğimiz yerde rüyamızın bitmesine üzülmüştük.
Çay salonunun önünde de bir simsiyah döpiyesli, topuzlu görevli rezervasyon soruyor. Robot gibi, hepsi birbirine benziyor bu görevlilerin, diye söyleniyorum. Beyaz saçlı, bastonlu bir kadın başıyla beni onaylıyor ve hüzünle çay salonunda artık sadece çay içmek, açık büfe bileti almadan oturmak yasak, diyor. Açık büfe ve çay salonunu bağdaştıramıyorum. Kalabalık da iyice artıyor, başım dönüyor sanki ya da yer kayıyor altımdan. Otelin girişinde aşırı pırıltılı, göz alıcı mücevherlerin satıldığı bölümün yakınında bir koltuk bulup oturuyorum. Mutsuzum. Kovit salgınında hiç Beyoğlu’na çıkmadım, Pera Palas’a da gelmeyeli üç dört sene olmuştur ama anılarımı bile sarsacak kadar değişeceğini düşünmemiştim.
Yenilgiyi kabul etmemeliyim. Agatha’nın odasının hiç değilse kapısına gidebilsem, havasını soluyabilsem. 411 numaralı oda…
O sırada bir tur otobüsü otelin önünde, tüm yolu tıkayarak duruyor. Siyah tayyörlü topuzlular ve siyah takım elbiseliler koşuyor karşılamaya. Şık şıkıdım, parıltılılar... yüzlerce marka bavul, uçuşan eşarplar, tombik ellerde sallanan Louis Vuittonlar kaplıyor lobiyi. Kafileye yanaştım. Tercüman, sekreter, tur görevlisi gibi kaynadım araya.
Biraz önce alınmadığım tarihî asansördeyim işte. Kalabalık ve ağırlıktan mı; bir an elektrik söndü, asansör sallandı. Panik yapmaya başlamadan da normale dönüverdi.
Dördüncü katta indik. İki belboyun taşıdığı dizi dizi bavullarıyla, Dubaili genç çift 411 numaralı odaya girdi. Bavullar taşınırken kapı aralığından bakıverdim; bordo renkli yatak örtüsü, antika yazı masasının üstünde bir eski daktilo, Agatha’nın resimleri, büyük bir ayna… Genç görevliler bol bahşişin mutluluğuyla çıkarken odadan, yüzüme kapattılar kapıyı. Kaldım öylece.
Kime gelmiştiniz dedi uzun boylu, esmer bir görevli. Bir hayalet gibi arkamdan sessizce yaklaşmıştı, şaşkınlıkla dondum kaldım. Şöyle bir süzdü beni, siyah takım elbiseli olsa da onu diğerlerinden ayıran bir şeyler vardı, tanımlayamadığım bir şeyler.
“Muhammet Lafeyyet’in tercümanıyım,” dedim.
“Beşinci katta,” dedi.
Uydurduğum ismin gerçek çıkmasıyla afalladım, telaşla beşinci kata çıktım. Sessizdi bu kat, loş hatta karanlık sayılabilirdi. Koridorun sonundaki kapı açıldı. Çay salonunda gördüğüm beyaz saçlı, bastonlu kadın, “Geç kaldın seni bekliyorduk,” dedi ve elimden tutup, odaya soktu beni.
Çok zarif döşenmiş bir odaydı; Lui Kenz ayaklı bir masa, kadife kaplı, zarif ahşap, işlemeli sandalyeler, porselen çay takımı, gümüş çaydanlık….
Kucağında beyaz tombul bir kedi olan yaşlı adam biraz huysuz bir tavırla, “Briçe dördüncü geldi en sonunda,” dedi. Yanındaki elma yiyen, saçları topuzundan fırlamış kadın kahkaha attı.
Yaşlı hanım beni tanıştırdı, “Misbah Muhayyeş otelimizin sahibi ve sevgili kedisi, Bayan Oliver, ben de Jane.”
Sessizce oturdum. Yaşlı kadının partneri olmaktan ferahlamış, elimde kartlarıma bakıyorum. Bir Sanzatu deklare etti kedili adam, on sekiz puanım var, eh… bir kontür çekmeli. Birden moralim yerine geldi. Pera Palas’ta briç oynuyordum. Tıpkı geçmiş zamanlardaki gibi Pera Palas’ta briç oynuyordum.
“Çay içer misiniz?” dedi şık kırmızı üniforma giymiş görevli.
Bergamot kokulu çayımdan bir yudum aldım. Oyuna odaklandım. Alt kattan gürültüler, kahkahalar gelmeye başladı.
“Agatha’nın odasında kim kalıyor?” dedi yaşlı adam.
“Zengin Arap çift,” dedim hoşnutsuz.
“Bir yazar kalacak değil ya 400 Euroluk odada,” dedi yaşlı kadın.
Yanar döner ah acaipsin...
Tarkan’ın seni sanki alt katta gibi güçlü geliyordu, kadehler tokuşturuldu, kahkahalar atıldı, Agatha mezarında döndü, adım gibi emindim.
“Keşke yalıda oynasaydık, bu ne gürültü,” dedi yaşlı adam sonra endişeyle kedisine baktı.
“Hiçbir şey yemedi bugün, ona bir şey olursa ben yaşayamam, ölürüm.”
Oda mı karardı, hafif bir sallantı mı oldu? Başım da dönüyor…
Bomboş bir odanın tozlu zemininde uyandım. Panikle hole çıktım, kasklı, tulumlu bir adamla çarpıştım.
“Abla tadilatta bu kat, nasıl girdin?”
“Muhammet Lafeyet’in sekreteriyim, bu katta dediler de...”
“İn resepsiyona sor bi… Ayak altında dolaşma.”
Merdivenleri yavaş yavaş iniyorum, giriş katı yine olanca kalabalıklığında, sadece yarım saat geçmiş, koca bir gece sandığım yarım saat. Nasıl çıktım beşinci kata, bunca şeyi nasıl yaşadım?
Bir hayalet gibi sessizce arkadan yaklaşıyor yine, kucağında beyaz bir kedi.
“Pera Palas’ta her şey olabilir,” diyor ve ekliyor, “Muhammet Lafeyyet lobide seni bekliyor, şehir turuna çıkacakmışsınız.”
Işın Güner Tuzcular
Teşekkürler sevgi'ciğim
Güzel sürükleyici bir öykü olmuş..
Kutlarım Işıncığım. Kalemine sağlık.