Beyaz bir gölgenin uzuvları belirginleşmeye başlayan bir embriyo gibi devindiğini gördüğüm o gün arkeoloji okumaya karar vermiştim. Amacım ekürisiz sokağa çıkmaktan korkan biri olarak anılmak istememek ya da kendimi okumuş gösterip toplum piramidinde yüksek ve ağır bir taş olabilmek değildi. O günü unutmadım. Gölge uzayıp kısalırken salınımları zamana ve estetik figürlerin fink attığı yetişkin çığırtkanlığını beden diliyle tene dövme şeklinde işlemiş bir ergen gibi yapı taşlarımıza yenik düşüyordu. Peşinden gelmemi istiyordu.
Safranbolu’daki Büyük Göztepe Tümülüsü’ndeki gecelerim yalnız geçiyordu. Fazla zaman almadı. Antik Frig uygarlığına ait bir mezarda insan niçin sabahlardı? Açık sözlüydüm. Nedenlerimi hocalarım, Japon turistler, Safranbolu halkı ve ilin yüksek devlet erkanı dahil herkes biliyordu. Çok zaman geçmedi. Yedinci günün yedinci saatinin sonunda, gecenin üçünde kemiksi bir elin soğuk ve kokusuz teninin ense kökümden kürek kemiklerimin arasına kaydığını hissettim. İrkilerek ayağa kalktım. Mezar odalarına baktım. Çukurlara göz gezdirdim. Dışarıdan soğuk ve çığlığı andıran bir ses ıslık çalarak rüzgârın sırtında kulaklarıma dek sokulurken ayaklandım. Üzerimde sadece iç çamaşırım vardı. Elektrikli ısıtıcıya yüzümü dönerek uyuyordum. Giyindim. Çoraplarımın ve gömleğimin ıslaklığı dikkatimi çekti. Sanki devasa bir sülük yapışkan akıntılarla sürünerek kıyafetlerimi yalayıp iz bırakarak yerden geçmişti. İzi takip ettim.
Sabaha kadar uyumamıştım. Mumyalanmış cesetlerden birinin yanına dek uzayan yapışkan izler beni parşömen kağıdına yazılmış destansı bir öykünün başı sonu belli olmayan beyitlerine dek sürüklemişti. Yazı, dilimizde kaleme alınmıştı. Bunu yazanlar insan neslinin bu çağdaki temsilcilerinin kültür dilini harmanlayan ifade şekline yabancı değillerdi anlaşılan. Okumaya başladım. Bu, bir ayetin bir suresi olduğunu her kıta sonunda tekrarlayan kafiyeli bir metnin parçası gibiydi. Kalın ve koyu harflerle yazılmış başlıkta “tipik insan davranışları” yazıyordu.
Üç gün sonra artık evimde geceleyip sabahlayacağıma dair kendime söz verdim. Mumyalanmış cesedin avuçlarından çekip aldığım kâğıdın ilkin kim tarafından yorumlanacağını düşünüyordum. Bundan birilerine bahsetmem gerekirdi. Ama bu sefer de gazete ve televizyon muhabirleri peşime takılıp beni huzursuz edildiğim için mahkeme kapısını çalana dek takip edeceklerdi. Üstelik toplum içinde iyi bir konuşmacı değildim. Mikrofonları ağzımın içine sokan bir haber spikerine, toplum önünde, üstelik canlı yayında, iki kelimeyi yan yana getiremeyen biri olduğumu kanıtlamak istemediğimi üstü kapalı yolla da olsa söylemek ve onun bu durumdan zevk alarak çıkmasını sağlamak bana haz vermeyecekti.
Bekledim. Kâğıtta yazılanları kendime sakladım. Yazılanlar şunlardan ibaretti:
Her şey o zaman başladı. Binada yüz elliye yakın personel vardı. Müdürlük katına önce kocasının iş kazasında belden aşağısının felç kalmasına neden olan şirketi dava etmek için bilirkişi peşinde koştururken kurumun kapısını çalan kadın çıkmıştı. Sonrasında işçi olarak bizde çalışmaya başlamıştı bu kadın. Onun yataktaki içler acısı hali onu her görüşümde aklıma takılırdı. Kocası meşk esnasındaki titremelerden ve salınımlardan oluşan ahenkli esnemeleri karısı üzerinde belden aşağısı felç olduğundan gerçekleştiremiyordu. Kadın her zaman üstteydi sanırım. Müdürlük katında, ölmek istemiyorum, diye yeri göğü inletiyordu. Sonra yüksek mühendisler ve arka plan yok oluşu üzerine çalışan teknik personel müdürün kapısını çaldı. Bu ikinci grup türlerin yok oluşu üzerine çalışıyordu. Müdür, zayıf karakterli, her kabın şeklini alabilen, yalnızca kendini düşünen bir adam olmasına rağmen şunları söyledi:
“Bu işten kaçamayız. Sırasıyla hepimizi alıp götürecekler. Bence önce birinci kattaki artık tür teknisyenini gözden çıkaralım.”
Bu kız evlenme düşüncesi olmayan, çarpık bacaklı, otuz dört yaşında ve henüz bekaretini bile riske atmamış çok garantici bir insandı. Hayatında bir problem çıkmasın diye kimseyle ne konuşur ne de göz göze gelirdi. Herkesin zihninde aynı düşünce vardı. O, içeri girmek istemiyordu. İçerideki insansı tuzlu birikintinin, ezilmiş böcekten akan salgıyı andıran yapışkan ve pis kokulu dokusu onu tiksindiriyordu. Elini uzatacak ve içeri girmeden seçilmiş kurbanı alıp götürecekti. Millet pencerelere çullanmıştı. Personel kendi akıbetlerinin yansımasını görebilmek için birbirinin üzerine çıkmıştı. Tekmeler ve küfürler havada uçuşuyordu. Kimse sıradaki olmak istemiyordu. Bakire kızın hayat amacı olmadığını söylüyorlardı. Onu bu yüzden ilk sırada seçmişlerdi. Ben oyumu kocasına erkeklik vazifesinde yardımcı olan işçi kadından yana kullanmıştım. O kadın on yedinci sıradaydı, bense sondan ellinci sıradaydım. Müdür kendini sona saklamıştı.
O geldiğinde ürkütücü bir çığlık duvarlarda yankılanırdı. Gündüz vakti sisli bir perdenin arkasında saklanan gölgeler boş sokaklarda dans etmeye başlardı. Parmak sayısını tam sayamadım ama on iki ile on yedi arasında olmalıydı. Her bir parmağı uzun boy bir oklava kadardı. Yırtılmış derisindeki çatlaklardan kanı andıran kızıl bir sıvı yere damlıyordu. Yüzünü kaplayan siyah maskenin ardında kalın ve uzun çenesi bezin altından sarkıyordu. Diklemesine değil de enlemesine bir gövde yapısı vardı. Avucundaki nesneyi el çabukluğuyla yok eden bir sihirbaz gibi kolunu uzatmasıyla kızın kaybolması bir oldu. Sonra hızla uzaklaştı ve gözden serap gibi kayboldu. Binadaki personel kavga etmeye başlamıştı. Kimse sırasını vermek istemiyordu. Ama kimse de sırasından memnun değildi. Bunlar emir gelmeden önce birbirlerinin en yakın arkadaşları, ortakları, canikoları, kankaları, sırdaşlarıydı. Yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. İşte şimdi önce ölmemek için birbirlerini yiyorlardı. İkinci nesil başlangıcı öncesinde böyle bir dünya vardı. Sonra bilgi ve yetenek kayboldu. İnsanlar iki ile ikiyi toplayamayacak hale geldiler. Kalıntılar ve yıkıntılar tarih olarak da anılmıyordu ki öğrenilsin. Yeniden başlanılacaktı her şeye. En başından... Bunlar tipik insan davranışlarıydı.
Yazar: Mustafa Bilgücü
Comments