Gecenin geç bir saatinde sessizliği yırtan, kalp atımlarını hızlandıran, solukları derinleştiren, göğüs geçirmelere neden olan bir siren sesi duyuldu. Uykusu bölünüp sese kulak verenler, “İnşallah uzaklarda bir yere… bir yerde,” dedilerse de bazıları yanıldı. Ses bir sokağa daldığında, çöp bidonları dâhil pek çok şeyin etrafını dolanıp her yeri doldurduğunda, ambulansın çakar lambasının mavi ışığı apartmanların çatılarına, dış duvarlarına, evlerin camlarına, perdelerine çarptı, yapıştı. Gökyüzünden mavi ışık yağıyordu sanki. Sıra sıra apartmanların altlı üstlü dairelerinin açık pencerelerinden tek tük başlar göründüğünde, ambulans, asansörsüz beş katlı bir apartmanın önünde durmuş, bir doktorla bir ATT (acil tıp teknisyeni) sedyeyle içeri girmişti bile. Merdiven basamakları çıkıldıkça, harekete duyarlı tavan lambaları ardı ardına yanıp söndü. Hasta son kattaydı. Pencerelerden bakan hemen herkes, ambulansın ne için, kim için geldiğini tahmin ediyordu. Beş kişi, gecenin o meşum saatine bakmadan alelacele giyindi. Sersem sepelek aşağı inip apartmana doğru devindiler.
Beşinci kattaki bir dairenin kapısını, yaşlı, yatalak bir kadının yirmi beş yaşlarındaki bakıcısı kız açtı.
“Hastanın düşmeyen ateşi, titremesi, morarması var,” dedi, iki kişilik sağlık ekibine.
Doktor ve ATT, sedyeyle içeri girdi. Bir deri bir kemik hastanın o anki fiziğiyle, hastalığıyla uyuşmayan, rengârenk tavus kuşu tüyü vardı saç buklelerinin arasında. Hastayı sedyeye koymak, yerleştirmek zor olmadı. Şişman hastaların yanında tüy gibi bir şeydi. Sedyeyi kapıdan çıkarmak zor olmadı. Sedyeyi, ilk koridorda ilerletmek zor olmadı. İlk zorluk, ilk merdiven dönemecinde yaşandı. Sedye; basamakların kısalığından, darlığından, korkuluğun küpeştesiyle duvar arasında sıkışmıştı. Doktorun ve ATT’nin ayakları bazen merdiven süpürgeliğine, bazen de limonluğuna takılıyordu. İkisinin de parmakları ezilmişti. Sedyeyi iyice yukarı kaldırıp korkuluklardan kurtarınca, bir an için rahatladılar. Ancak yükseltmek de yetmemiş, merdiven boşluğuna doğru hafifçe yan yatırmak zorunda kalmışlardı. İlk yan yatırmayla, boşluğa düşecek gibi oldu. Kollarını boşluğa gayri ihtiyari uzatması gerekirken, tersini yapıp kafasındaki tüye götürdü ellerini. Boşluğun karanlık dibine, istemsiz bir bakış fırlatmıştı. Çevre apartmanlardan gelen beş erkek komşu, imdada yetişti. Hastayı, doktordan ve ATT’den aldılar. İki kişi üst, üç kişi alt basamaklardaydı. Kimi sedyeyi taşıyor, kimi elleriyle hastayı nazik bir şekilde iteleyerek, sedyede durmasını sağlıyordu. En çok merdiven dönemeçlerinde zorlanıyorlardı. Her dönemeçte, kadının gözleri boşluğun karanlık dibiyle buluşuyordu, elleriyse kafasındaki tüyle... Yarım saat sonra zemin kata inmişlerdi. Herkes terden sırılsıklamdı. Aşağı inenlerden bir kişi, basamakları ikişer ikişer atlayarak yeniden yukarı çıktı. Hasta için hazırlanan giyecekleri, sağlık karnesini, ilaç poşetini aldı. Bakıcı kızı da beraberinde indirdi. Ambulansa yerleşildi. Yollar boş, boş olmasına… Ambulans şoförü ya alışkanlığından ya da bildik gece şovundan olacak, yine sireni çalıştırdı. Mavi, pek çok evde parladı; ses odalara daldı, uykusu bölünmeyenlerin uykularını böldü, rüyaları bozdu.
Hasta yoldayken kendinden geçmiş, neredeyse bayılmıştı. Ambulanstayken koluna takılan serumla, ağıza, buruna tutulan oksijenle kendine gelir gibi oldu. Hastaneye yatışı yapılıp servise vardığında, belleği yerine gelmiş, vücudundaki, dudaklarındaki morluk biraz olsun azalmıştı.
Servis doktoru, hastalık hikâyesini hastadan değil, bakıcı kızdan alıyordu. Hem hastayı yormak istemiyordu hem de hastadan alacağı hikâyeye güvenmiyordu. Bakıcı kız, tane tane anlatıyordu. Hikâye bitmiş, sıra özgeçmişe gelmişti. Doktor sordu:
“Çocuğu var mı? Varsa kaç?”
Bakıcı kız, yanıtlanması uzun süreceğe benzeyen soru için derin bir soluk aldı, yutkundu…
“Beş çocuğum var, ellerinden öper,” dedi yaşlı kadın ve makineli tüfek gibi ardı ardınca konuşmaya başladı: “En büyük oğlan, yani bir numara, yüksek inşaat mühendisi. Binalar dikti memleketin her bir yerine. İki numara, ablamız. Öğretmen. Pek çok öğrenci yetiştirdi ömrü hayatında. Üç numara, ortanca oğlan. Elektrik mühendisi. Aydınlattığı caddelerin, sokakların, evlerin, sitelerin, sayısını eminim ki kendisi de bilmiyor. Dört numara, diğer kızım. Savcı. Ne çok suçlunun cezasını vermiştir. Beş numara, son numara, en küçük oğlan. Dok…” demesiyle, biraz önce hafif de olsa pembeleşen vücudu, dudakları yeniden morardı. Bir an için bir sessizlik oldu; ses dondu, hava dondu, devinim dondu. Elektrik kesildi. Doktor; ışığı zayıf, pilli el fenerini cebinden çıkararak açtı. Aynı anda, merdiven basamaklarında ışıksız kalan pek çok hasta, hasta yakını ve personel ellerindeki ışık kaynaklarını yaktı. Kimisi el fenerini, kimisi çakmağını, kimisi kibritini… Hastanenin sekizinci katında başlayan merdiven sarmalından, rengârenk bir tavus kuşu tüyü düşüyordu o sırada. Hafifliğinden olacak, bir sağa bir sola, el sallarcasına uçuyor, tanımadığı kişileri selamlarcasına yol alıyordu. Tüy, yerle buluştuğu sırada, doktor, bakıcı kıza bakarak tüy yumuşaklığında,
“Maalesef, hastamızı kaybettik,” dedi.
Muhsin Boz
Comments