Zeynep eşek ölüsü gibi ağır yün yorganı kafasına çekti. Sabahın köründe Nuh nebiden kalma süpürgenin sesi, beyninden tankları geçiriyor, mutsuzluğuna mutsuzluk katıyor, ağlama isteğini kamçılıyordu.
Her gün ya her gün. Bıkmadın usanmadın. Sil süpür, çırp, çırp, çırp.
İçi titreyerek yataktan kalktı, annesinin artık yünlerden ördüğü hırkayı üstüne geçirip tuvalete işemeye gitmesiyle kendine gelmesi bir oldu.
İstersen uyanma, birazdan başlar yine sabah seremonisi: “Kalkıp bi işin ucundan tutma, yılan gibi gir, yılan gibi çık o yataktan.”
“Anneeee!” Zeynep olanca gücüyle içeriye doğru bağırdı. “Anneeee! Of yaaa offf!”
Duymadı Münevver, nice sonra içine öküz girmiş gibi böğüren süpürgeyi ayağıyla susturdu.
“Öğlen oldu, doyamadın uykulara, kalkıp da iki lokma bişey hazırlasan ölürsün di mi?”
“Anne saat daha dokuz bile olmamış ne öğleni! Cumartesi bugün, az uyusam ne olur, karga bokunu yemeden başlamışın yine işe güce.”
“Hadi, çay koy sen, ben içerleri bitirdim, kahvaltıdan sonra da senin odanı toplayalım.”
“Anne, komşular adımızı çul çırpanlara çıkarmışlar.”
“Halt etmiş onlar. Bok içinde badem ezmesi. Otursunlar öyle, karı bozuntuları.”
“Tabii canım, senin eline kimse su dökemez zaten.”
Zeynep, annesinin gözlerine baktı, bir yanı onun bu zavallı haline üzülüyor, diğer yanı arkasına bakmadan kaçmak istiyordu.
“Ben çıkacağım. Umut’la buluşacağız, annesi de gelecek gelinlik için kumaş bakacağız.”
“Aferin kızım, bravo! Kaç sen kaç. Hem ne demek bu böyle, anan yok yanında, kimsen yok. O kadının arkasına takılıp tek başına gelinlik mi bakacaksın? Eski köye yeni âdet, tövbe!”
“Ne kaçması anne yaa, almıyoz, bakacağız öyle, fikir olsun diye.”
“Acelen ne kızım senin? Acelen ne? Koca kaçıyor mu, yapıştın ilk bulduğuna sahipsiz gibi. Ağır ol biraz. Geldiler mi istediler mi seni? Yooo. Ne gidiyon önden önden, etten önce çömleğe atlıyon. Allah Allah ben böyle koca heveslisini de hiç görmedim canım.”
Zeynep, annesini duymazlığa geldi; bu baskı, maddi yetersizlikle sıkışmışlık, evden kurtulma, kendi düzenini kurma çabası son zamanlarda iyice takıntı haline gelmişti. Tabii ki en önemli şey de sevdiği adamla doyasıya sevişme arzusu. Annesinin bekâret takıntısı yüzünden Umut’la fazla ileri gitmeden kaçak göçek oynaşıyor, tam olma arzusu ile yanıp tutuşuyordu.
Ödü kopuyordu Münevver’in, sağdan soldan duyduğu, kendi gibi düşünen komşuların ağzından kaptığı lafları Zeynep’e yutturmaya çalışıyor, gelip gidip lafını sokuşturuyordu.
“Yaaaa Hanife teyzenin bi tanıdığıymış, ‘gel baban aha da şu köşe başında seni çağırıyor demiş’ kız da gitmiş. Salak ne gidiyon di mi? Ağzına çaputu tıkayıp kaçırmışlar kızı. Geçen gün Gülçin’in başına gelenlerle ilgili Hacer konuşuyordu, meğer onu da kız arkadaşı kandırmış, ‘Kızım sen Kızılay’a bi gitsen o Atatürk Bulvarı’nda şöyle bi yürüsen var ya, artiz gibisin’ diye diye. Ne bok varsa oralarda sanki, ondan sonracığıma, kızın dalgınlığından faydalanıp gazozuna bişey atıyo, kız orda bayılmış.”
“Gülçin kim anne yaaa tanımıyorum, bu kızların hepsi mala bağlamış diyon öyle mi? O dediklerin Türk filmlerinde oluyor canım, sen gerçeklerle filmleri birbirine mi karıştırıyon yoksa?”
“Yooo, bunadım mı ben? Niye karıştırayım. Bak unutma kızım, bey beyliğini vermiş, kız kızlığını vermemiş.”
“Aman anne yaaa! Heee savaşa gidiyoruz, kızlaaar kuşanın bekâret kılıçlarını Allah Allah Allah!”
“Sen dalga geç kızım, gerçek bunlar. Erkek milleti alacağını alır, hevesi geçince de seni ortada bırakıverir.”
“Anne sus ya! Umut öyle bir adam mı, ben istemeden o bana elini bile sürmez.”
Daha fazla uzatmadı Münevver, biraz daha uzasa kavga çıkacaktı. Daha önce defalarca yapmıştı çünkü, oradan biliyordu.
Kocası işine yetişmek için telaşla karşıdan karşıya geçerken halk otobüsünün altında kalmış, parça parça olan ölüsünü adeta asfalttan kazıyıp bir çuvalla gömüvermişlerdi. Oğlu Selim on, patlak prezervatif kurbanı olarak dünyaya gelen Zeynep de beş yaşındaydı. Münevver hayatın gerçek sillesini kocasını gömdükten sonra yemiş, “bebelerime üvey baba istemem” diye bir daha evlenmemişti.
Zeynep de okuyup kendini kurtaracağına koca koca diye tutturdu. Ben onca sıkıntıyı bu kocaya varsın diye mi çektim? Allah’ım sen bu kıza akıl fikir ver ya rabbim. Dershaneye gönderdim, oralarda buldu bu Umut denilen yalı kazığını. Aşkmış, ne aşkı be! Oğlanın arabasına tav oldu. Kız adını dul edip kapıma geri gelmez inşallah ne bok yerim ben sonra, Allah’ım sen koru. Ahhh ahhh aslında beni de Zübeyir Ağa’nın oğlu istemişti, ağa gelini olacaktım, ama anası olacak Kör Emine istemedi beni, denk görmedi zahar, biz marabayık ya ne de olsa.
“Oğluna bi şey demedin ama Anne. Onun yaşındakiler barda kız tavlıyor. Hem biliyom ben, sen hiç sevmedin ki Ayten’i, ‘Selim Selim’ diye için gidiyor oğluna. Beni hiç öyle sevmedin. Anne bak doğruyu söyle evlatlık mıyım ben? Ölümü gör bak.”
“Evet kızım seni çingenelerden aldım. Okusaydın, paranı kazansaydın dedim, ne dedim? Dünyanın bin bir türlü hali var. Abin erkek, everdik işte, iyi kötü işi gücü var, karısını da geçindiriyor en azından, istemedim ben ama...”
Çok yalvardım, geceleri kanlı gözyaşları akıttım, sen nerden bilecen aptal çocuk? Baban öldükten sonra o benim erkeğim oldu, geceleri koynumda yatırdım. ‘Annecim üzülme sen, ben seni hiç bırakmam, babam yok, artık bu evin erkeği benim’ dedi. E tabii karıyı görünce anayı unutuverdi. Normaldir.
“Yaaaa geçindiriyor, ben bilmiyorum sanki ona gizli gizli para verdiğini, sevgili oğluna. Ayrıca Umut otuz yaşında, parası var, evi var, kimseye ihtiyacı yok.”
Zeynep lafı daha fazla uzatmadı, ne zaman bu konuyu açsa sonunda ağlıyordu Münevver. Hızlıca odasına geçti. Bir an önce çıkayım şu evden, bastı yine valla. Annesinin temizliğe gittiği evlerden verdikleri az hasarlı, idare eder gardırobun önünde dikildi. Umutsuzca kıyafetlerine baktı, yalvar yakar aldırdığı kot pantolonunu hırsla giydi. Biraz daha sabır kurtulacağım bu sefaletten, o zaman her renginden, her çeşidinden alacağım her şeyin.
Yarım saat süren gürültülü, kokulu, vıcık vıcık bir otobüs yolculuğundan sonra her zaman buluştukları kafenin önündeydi. Sevdiceği yine tüm karizması ile oturuyordu. Zeynep uzaktan hayranlıkla baktı.
“Sevgiliiiim!”
“Hoş geldin Zeynepcim, nasılsın?”
“İyiyim, sen nasılsın? Ne o gergin misin, bir şey mi oldu?”
“Yoooo ne münasebet ne olabilir ki?”
Işık görmüş tavşan gibi ürken Umut, paniğini az da olsa Zeynep’e hissettirmenin huzursuzluğu ile kıvrandı bir süre. Kaya gibi sağlam duran beden dilini korumak için olağanüstü bir çaba harcadığını sadece kendisi biliyordu.
“Kalkalım mı canım, annem bekliyor, onu evden alacağız sonra da bakacağız bir şeyler.”
***
“Olmaz diyorum sana anlamıyor musun oğlum, o kız bizim dengimiz mi ayol? Anası evlere temizliğe gidiyor, okumamış cahil bir kız. Kültür farkı var. Güzelmiş, neresi güzel, köylü güzeli, o saçları kes at, bir gözleri var işte. Oğlum gez, toz, gönlünü eyle. Evlenmek ne demek Umutcum?”
Şermin, kırmızı ojeli tırnakları, ağır mücevherli parmakları ile oğlunun elini sıkıca kavramış, köşedeki koltuğun kenarına iyice sıkıştırmıştı. Kımıldamak bir yere, nefes bile aldırmıyordu adama. Memelerini vücuduna bastırmış, yüzünü avucunun içerisine almış, mütemadiyen konuşuyordu. Parfüm kokusu, beden ağırlığı, memelerin sıcaklığı ile Umut kıpkırmızı olmuştu.
“Offf annecim rica ederim, neden sıkıştırıyorsun beni? Seviyorum, Zeynep çok tatlı iyi bir kız, ayrıca çok güzel.”
“Oğlum ben seni...”
“Tamam anne tamam, biliyorum sen beni tek başına büyüttün, tek evladınım. Bak otuz yaşımı geçtim, benim de evim olmasın mı, torun torba istemiyor musun, ne güzel babaanne olursun.”
“Hayır!”
“Bu sefer kararlıyım anne, bak bu da olmazsa gerçekten artık evlenmeyeceğim. Tüm ömrümü burada seninle el ele kol kola mı geçireyim?
“Otur konuşalım, kaçma!”
Hırsla evden çıkan Umut kapının önünde üç beş derin nefesle kendini toparladı, asla gergin olmamalıydı. Gözleri uzaklara daldı. Annesi çığlıklar atarak Umut’a sarılıyordu.
“Anne yavaş yaa şap şap öpme beni dudaklarımdan, hem kimsenin annesi öyle öpmüyor ki!” “Oğluşum canım öperim ben ohhh yerim senin ağzını, burnunu, her yerini.”
“Anne kırdın kemiklerimi ahh sıkma o kadar, ben artık sekiz yaşındayım odamda uyumak istiyorum, arkadaşlarım hep kendi yataklarında yatıyorlar.”
“Üstünü açıyorsun evladım, üşürsün, bahar gelince bakarız, gidersin odana.”
“Anne girme artık banyoya yaa bebek miyim ben off anne!”
“Sırtını keseleyim yavrum, aaa tamam ayol, annenim ben senin, insan annesinden utanır mı hiç?”
“Arkadaşlarımla kamp yapacağım anne, sen gelemezsin kimsenin annesi gelmiyor ki. Tamam gitmiyorum tamam ağlama.”
***
Şermin elini öpmek için kendisine doğru hamle yapan Zeynep’i elinin işareti ile durdurdu.
“Biraz nezle gibiyim canım, sana da bulaşmasın. Umutcum, elimden tut aşkım, başım biraz dönüyor, vertigom başladı sanırım.”
Zeynep, Şermin’in soğuk tavırları, Umut’un annesinin yanında girdiği değişik halleri hiç umursamadı bile. Arka koltukta zevkle büyük resmi görmeye devam ediyordu. Şermin yol boyunca elini oğlunun kolundan çekmedi. “Sıcaklığın bana can veriyor çocuğum, canım evladım. Son nefesime kadar elin elimde olsun inşallah!”
Alışveriş sonrası Şermin ve Umut el ele otururken Zeynep güle oynaya kahvelerini yapmıştı bile. “Annecim afiyet olsun.”
Şermin Hanım’a sonunda anne demenin ve yaşamak istediği hayatın hayaline bir adım daha yaklaşmış olması Zeynep için şimdilik yeterliydi.
Umut mükemmel görüntüsüne halel getirmemiş, içindeki huzursuzluğu gizlemeyi bu kez de başarmıştı. Yutkundu, önünde uzayıp giden yola bakarken iç geçirdi.
Çok şükür şimdilik vitrini kurtardık fakat dükkân perişan.
Mahinur Çenetoğlu
Comments