Gözyaşının Rengi - Hakkı Yüksel
top of page
Schoolgirl with Books

Gözyaşının Rengi - Hakkı Yüksel




Derslerden edebiyattı. Konumuz şiir. Sonra bir baş dönmesi. Şiddetli bir uğultu. Beynimi yerinden sarsan bir ağrı. Bitmeyen bir düşüş sonsuza doğru. Sonra… Sonrası yok. Hep bir uyuşukluk. Ve gözlerimin önünde bir beton yığını.

 

Başımdan on karış yukarıdaki bu beton yığınına ne zamandır bakmaktayım, bilmiyorum. Bakmak ne müthiş bir olgu. Cansızlığa can katıyor âdeta. Önce bir titriyor tavan, korkuyorum. Sonra usul usul dalgalanmaya başlıyor. Seyrine doyum olmuyor. Renkler renklere akıp duruyor.


Önce sarı…

 

Sarı

“Alup o dem haberim uçup da geldi yanıma gülerek

Görünce çehremi sarı, dedi ne hâl bu hâl üzülerek”

 

Yüzüme ayna tutulmuş gibi tavan. Benzimi görüyormuş gibi oluyorum. İçinde parıltılar yanıp sönüyor. Bir acayip sıva çatlağı var ortada. Gözümü alıyor, kırpıştıramıyorum göz kapaklarımı. Hüzün yumuşaklığındaki sarı, siyah beneklere bulanıyor. Birileri geçiyor yanımdan. Ayak ucumda iki adam duruyor. Sarı bir dosyayı açmışlar, içindekilere bakıyorlar, bir de bana. Anlamıyorum konuştuklarını. Suyun altından geliyor sanki sesleri. Yeni uyanmış ya da hiç uyumamış çocuk gibiler. Çocuk gibi gürültü yapmaya başlıyorlar sonra. Bir şeyler takıyor, bir şeyler sokuyorlar. Günün en sevmediğim ânı. Ruhum burkuluyor sanki. Canım sıkılıyor sarı bir limon gibi. Suyu çıkartılıyor. Su içinde kalıyorum. Midem bulanıyor. Sonra… Sonrası yok. Bir müddet sessizlik... “Hayat” diye bağırıyorum. Hayat!.. Sesim çıkıyor mu, bilmiyorum.   

 

Gözlerimi kapıyorum, gözlerimi açıyorum. Başımın tepesinde yamuk dişleriyle bana bakıyor İmdat! “Oh be!” diyorum, her şey düzeldi. “İmdat, gözünü seveyim koş iki ekmek kap bana fırından. Bir de sana zahmet karşı marketten süzme peynir. Öyle acıktım ki…” Sarı sarı gülüyor İmdat: “Günaydın Öğretmen Bey, eyisin eyi! Daha da eyi olacan Allah’ın izniynen.” “Ne diyorsun be adam?” diyorum. “Hem dur be, ulan ne işin var senin benim yatak odamda?” “Eyi olacan, eyiii…” demeye devam edip beni duymazdan geliyor bizim kapıcı. Apartman işlerinden nasırlaşmış ellerini göğsümün üstüne getirip pijamamın düğmelerini yavaşça çözmeye başlıyor.

 

Beyaz

“Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş;

Eşini gâib eyleyen bir kuş gibi kar

Geçen eyyâm-ı nevbahârı arar.”

 

“İmdat, oğlum neden buradasın, ne yapıyorsun? Karım nerede?” diyorum. “Hayat!..” diye bağırıyorum. Ne olduğunu anlamlandırmaya çalışırken gözüm yine tavandaki sıva çatlağına takılıyor. Anlıyorum. Zamanlardan çıkıp zamana giriyorum. Çatlaktan karlar yağıyor üzerime. İmdat beni soymuş, üşüyorum. Nasırlı ellerine plastik eldivenler geçirmiş, parça parça beyaz bezleri vücuduma sürüyor. Utanıyorum.

 

Pencereye döndürüyor başımı İmdat. Dışarıda, yemek sonrası sigaralarını yakmış, gözleri saatlerinde, kahvelerini içip gülüşen beyaz yakalılar… Canım kahve çekiyor, canım sigara dumanı çekiyor. Muhabbet çekiyor canım. Yapamıyorum hiçbirini. Utanıyorum. Tekrar tavana doğru döndürüyor bakışlarımı İmdat. Mis gibi kokan, bembeyaz başka bir pijama çıkarıyor çantasından. Giydiriyor. Kır saçlarımı tarıyor sonra. Saçlarımı ilk kez başka birisi tarıyor, ne tuhaf. Gülüşü beyazlaşıyor sanki İmdat’ın. “Hayat Hanım gelivercek birazdan, ha şöyle bi yakışıklı oluver de bakam,” diyor inci gibi dişleriyle. Kapı açılıyor. Hayat, diyorum heyecanla. Değilmiş. Beyazlı biri. Yanıma geliyor, İmdat’la selamlaşıyor. Bir şeyler sokuyor, bir şeyler takıyor. Takır takır bir sesler ediyor. Gidiyor.

 

İmdat bir şeyler anlatıyor. Sakar karısı yüzünden sırılsıklam olmuş bir gün, onu söylüyor. Aidatları toplamaya çıktığında karısı merdivenleri siliyormuş da bir kova sabunlu su, adamcağızın üzerine boca edilmiş. Hem kızıyor hem gülüyor. Çocuklarını anlatıyor sonra. En küçüklerinden bahsederken hep küfrediyor. “Ah, yapmayacaktık onu,” diyor. “İmdat!” diyorum. “Bir boya, bir fırça getir de tavandaki şu çatlağı tamir edelim. Sinirime dokunuyor beyazlar içinde bu leke.” Duymuyor. Konuşmaktan yorulmuş olacak, susuyor bir müddet. Sonra yine “Eyi adamsın sen, eyi… Bunca çalıştın, ettin. Şimdi yat, dinlen. Bak oh, ne gözel işte!..” diyor. Güzel bir şey mi söylüyor, dalga mı geçiyor, anlamıyorum. Sonra sıkılmadan yine konuşuyor. Ben dinlemiyorum. Sonra… Sonrası yok, uyuyorum. Uyandığımda İmdat’ı hâlâ konuşuyorken buluyorum. “Eyi oluyor böyle, bizim karının yanında deyiveremediklerimi anlatıyom. İçimi döküyom ben de sayende,” diyor.

 

Kapı açılıyor. İşte Hayat!.. Kuşlar gibi seviniyorum. İçimde bir şeyler uçuyor. İmdat’la bir iki laf ediyorlar önce. Cebine biraz para sıkıştırıp teşekkür ederek gönderiyor kapıcıyı. Sonra tavanla arama giriyor güzel yüzü.

 

Kırmızı

“Bu bir lisân-ı hafidir ki rûha dolmakta

Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta.”

 

Bir alev denizi içinde açmış iki mavi zambak… Al al olmuş yanaklarıyla, mavi ışıklar saçan gözleriyle bana bakıyor canımın içi. Ruhum aydınlanıyor. Akşam olmuş da bütün yorgunluklarını işte bırakıp sıcak evine, karısının şefkatli kucaklayışlarına doğru koşan bir emekçinin mutluluğunu duyumsuyorum. Bir iskemle çekiyor yatağa doğru. Gözlerim tavanda. Tavandan tatlı bir şarap damlıyor sanki. Bir yanımda pencere, bir yanımda canım karım. Yani iki yanımda da “hayat…” “Yaşamak bu ya, oh ne rahat!” diyorum. Hayat, kafiyeli konuşmalarıma sinir olur. Onu sinirlendirmek istiyorum. Geldiğinden beri konuşmuyor.

Konuşmaya başlıyor sonra titrek bir sesle. “Ben…” diyor. “Şey… Benim kaderim de böyleymiş demek. Ah, nasıl utanıyorum bir bilsen!” Anlamıyorum. Onu ilk kez bu kadar korkmuş görüyorum. Gerçek duygusu utanç değil de korkuymuş gibi. Sonra kekelemeler… Kesik kesik sözcükler ediyor. Benle mi, kendiyle mi konuşuyor, çözemiyorum. Başlıyor ağlamaya. “Ağlama Hayat!” diyorum. “Ağlayacak bir şey yok, ne oldu? Anlat hadi.” Bakışlarım tavandaki kızıllığın mahkûmluğundan kurtulup onun deniz gözlerine dalsınlar istiyorum. Olmuyor.

 

“Ben…” diyor. “Ben birini sevdim. Bir başkasını…” Yutkunmak istiyorum, olmuyor. “Beklerdim seni, bekliyordum da. Böyle olacağı hiç aklıma gelmedi. Sevmek, akıl mantık işi değildir, diyen de sendin ya. Ne oldu, niye oldu, bilmiyorum,” diyor.

 

“Çocuğa bakmak zordur. Evi çekip çevirmek tek başına olmaz. Bir hayat arkadaşı bul. Sevmesen de yanında olsun. Ben daha ne kadar bu tavanla bakışacağım, belli değil. Hem maddi hem manevi bir arkadaşın olur,” diyorum. “Sevmesen bile.”

 

“Ben birini sevdim,” diyor. “Her şey yolundaydı, eğri de olsa bir yoluna oturmuştu düzenimiz. Alışmıştık sessizliğine. Senin varlığın bile yetiyordu bize. Senin olayından sonra başka bankaya transfer oldum, biliyorsun. Terfi aldım sonra. Ne yalan söyleyeyim, durumumuz eskisinden daha iyi oldu bir anda. Allah bir kapıyı kapatınca ötekini açarmış derler, diyordum. Ama ben başka birini sevdim. Tüm kapılar kapandı. Çıkmazdayım.”

 

Kulaklarım duymasa diyorum. Olmuyor. Tavanda yangın çıktı. Alev alev yanıyor ortalık.

“Bekledim,” diyor. “Ama çok uzun sürdü. Olsun, yine de beklerdim. İşte hesabı olmuyor bu işlerin. Keşke şimdi kalksan ayağa. Keşke dönsen, bana baksan. Ben ölmedim daha be kadın, desen. Bağırıp çağırsan. Sen ilk aşkımsın. Kimseyi senin gibi sevemem ki.” Oturduğu yerden elini elime uzatıyor. Tutuyor galiba. Hissetmiyorum. “Ne olur bir işaret ver,” diyor. “Duyuyorsan beni, anlıyorsan, benden başkasını sevemezsin diyorsan, ne olur sık şu elimi. Ben buradayım, de. Ne olur!” Vücudumdaki bütün kanı toplayıp elime yollamak istiyorum. Tavandan yüzüme lavlar düşüyor, yanıyorum; ama Hayat’ın sıcacık parmaklarını hissedemiyorum. Sıkmak istiyorum elimi, incecik parmaklarını avucumun içinde ezmek istiyorum, yapamıyorum. Olmuyor. Eğiliyor Hayat, sol yanağımdan öpüyor. “Hoşça kal ilk aşkım!” diyor. Sağ gözümden bir damla yaş akmaya başlıyor. İlk defa bir şey yapıyorum. Tavandaki tüm kızıl alevler şimdi bu gözyaşıyla sönecek, diyorum. Hayat kalkıyor. Kırmızı mantosunu omuzlarına atıp ağlamaklı, odayı terk ediyor. Odadan çıkarken ışıkları kapıyor.

 

Siyah

“Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan

Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan

Geçince başlayacak bitmeyen sükûnlu gece.”

 

Simsiyah oluyor tavan. Sağ yanağımdan süzülen gözyaşımı pencereden geçip gidenler görüyor sanki; ama Hayat görmüyor. Renkler renklere akıp duruyor pencere dışında. Benim renksiz gözyaşımı kimse görmüyor. Görmezden geliniyor belki. Sonra… Sonrası yok.



Hakkı Yüksel

Schoolgirl with Books
bottom of page