Kayıp - Banu Balaban
top of page
Schoolgirl with Books

Kayıp - Banu Balaban




“Kış gelemedi bu sene bir türlü, hep şu küresel ısınma yüzünden…” cümlesini bırakıyor aramızdaki sessizliğin ortasına. Her şey konuşulup bitmiş de, konu havaya suya gelmiş gibi.


Camdan dışarıyı seyrederken orta şekerli kahvesinden büyükçe bir yudum alıyor büzdüğü dudaklarının arasından höpürdeterek. Fincanın içinde köpüksüz kalan sıvı kahveye dikiyorum gözlerimi. Sonra da kırlaşmış sarı bıyıklarına. Ailede bu kadar sarışın kim var? Babaannem; karanlık, kapkara bir kadındı. Dedemi hiç hatırlamıyorum. Etnik köken testi yapılsa göçmenlik çıkar dede tarafımdan, eminim. Prens Philip’in bile Rusya’da akrabaları varmış ya! Bu gereksiz bilgiyi kendime saklayarak susmaya devam ediyorum.


İştahla ağzına atıyor kahve fincanının yanındaki küçük yeşil lokumu. Sonra lokumun nişastası ile beyazlamış baş ve işaret parmaklarını yalıyor. Bir çocuk gibi, iştahla... O an babamın flu hatıralarımdaki gibi bir kahraman değil de sıradan bir insan olduğunu fark ediyorum. “Yemiyorsan…” diyor; gözü benim kırmızı lokumda şimdi. Boş kahve fincanımın sıkıntıyla oturduğu tabağı masanın üzerinden ona doğru itiyorum. Tabağın içinde fincana yaslanan lokumu alıp kısılmış gözlerine yaklaştırıyor, parmaklarının arasında birkaç tur çevirip ağzına atıyor. Nane ve gül tatları harmanlanıyor olmalı damağında.


Miskin bir öğleden sonra. Kafe kalabalık. Hiç boş masa yok neredeyse. İçerinin çatal bıçak seslerine karışan uğultulu gürültüsü başımı ağrıtıyor. Keşke sahilde banklarda otursaydık diye geçiriyorum içimden. Yosun kokusu, ne zaman kendimi sıkışmış hissetsem bana her daim şifa. Sağımdaki masada oturan genç kız o sırada garsona sipariş veriyor: “Karamel macchiato, yulaf sütünden ve kremasız olsun lütfen.” Karşısında oturan genç “Bana da aynından,” diyor. Kadınlar ne istediğinden böylesine eminken, erkeklerin bu kopya kâğıdı halleri beni deli ediyor. Kendi teşhisimi kendim koyuyorum hemen: “Baba travması kaynaklı erkek düşmanlığı!” Öyle olmasa, altı aydan uzun sürmeyen ilişkilerimi ve hep terk eden taraf olmamı nasıl açıklarım?


Yan masaya kayan dikkatimi yine kendi oturduğum tuhaf masaya çeviriyorum. Masamızın tuhaflığı, karşılıklı oturan iki kişinin eğreti ve samimiyetsiz duruşundan. Bize bakan biri “Bu iki kişi birbirinin nesi oluyor?” diye sorsa, cevap şıkları şöyle sıralanırdı muhtemelen: A) Terk eden baba ve kızı B) Terk edilen kız ve babası C) İki yabancı D) Hepsi. “Çoktan” seçmeli ama “boktan” cevaplı bir soru.


Lokum ve kahve faslı bitince sadede gelir umuduyla gözlerimi gözlerine dikiyorum. Masaya dayadığım kollarımdan güç alıp dikleşiyorum: “Ne oldu da bunca zaman sonra aradın beni?” sorusunu kusuyorum bir anda. Kahve aromalı öfke kokuyor nefesim.


Yine camdan dışarıya, uzaklara bakıyor. Karşılıklı oturduğumuzdan beri bir kez bile göz teması kurmadı. Burnundan taşan kıllar, sıkıntılı nefesinin sesiyle titreşiyor. Başını bana doğru çeviriyor ansızın. Şimdi bal rengi gözleri gözlerimin içinde, “Bilmediğin çok şey var,” diyor. “İyi ya işte, bilmek istiyorum!” Sesim yüksek çıkıyor. Macchiatolu gençler dönüp bize bakıyor. O sakin, “Artık bunları konuşmanın bir anlamı yok. Seni görmek istedim sadece. Son bir kez…”


“Ölüyor musun yoksa?” sorusu telaşla yuvarlanıp çıkıyor ağzımdan. Sesim gizli bir endişe tınısı ile titriyor. Yapay bir kahkaha patlatıyor bıyıklarının altından. “Yok yok, domuz gibiyim maşallah. Kötülere bir şey olmaz,” diyor küstahlık bulaşmış diliyle. “Sana bunu vermeye geldim.”


Elini kareli ceketinin iç cebine sokup pembe lastikli bir saç tokası çıkarıyor ve masanın üzerine bırakıyor yavaşça. Tokanın parlak pullarının bazıları dökülmüş, geride boş iplikleri kalmış. Dişsiz bir ağız gibi duruyor öylece. Şaşkınım. En sevdiğim tokam, 90’lı yıllardan ışınlanıp karşıma çıkıyor bir anda. Parlak bir disko topu gibi o yılların ruhunu üflüyor kafeye.


Yılbaşı çekilişi hediyeleşmesi. Elime tutuşturulan parlak kırmızı bir ambalaj kâğıdı. İçinden çıkan parlak pullu toka. Karşımda kocaman kara gözleri ve yamuk gülüşüyle Barış. İlk aşk, ilk kalp sancısı. Malum tokam kaybolduğu gün saatlerce gözyaşı dökmem ondan. Gözyaşlarım tükenince de, el işi makasımı alıp… Yok, ağabeyim kadar cesur değilim ben. Banyoda saçlarımı yamru yumru kesmiştim aynanın karşısında. O ise yıllar sonra aynı banyoda zayıf bileklerini. Ben banyonun mavi zemininde öbek öbek duran saçlarıma bakıp hıçkırmıştım. O ise koyu bordo kanın gidere doğru akışına. En çok içimi acıtan, tokamı alıp sakladı diye rahmetliye günlerce küsüşüm.


“Ben almıştım,” diyor. “Ozan’ın da kırmızı matchbox arabasını yanımda götürmüştüm. Dün mezarına uğradım, güllerin içine bıraktım. Kimseyle bir hesabım kalmadı şükür.”


“Kimse” kelimesi boşlukta yankılanıp yüzüme bir tokat gibi çarpıyor. Herhangi birileriydik biz, kim olduğu bilinmeyen belgisiz zamirlerdik.


Kafam karma karışık. “Neden şimdi?” Dışarıdan duyuluyor mu sesim, hiç sanmıyorum. Oysa ne çok şey vardı söyleyeceğim, yıllarca bir hayalin karşısında prova ettiğim. Şimdi buzdan bir heykelim; soğuk, kırılgan ve devinimsiz. Yıllarca zehirle beslediğim o dilim ise lal.


Birkaç saniyelik zaman tutulmasının ardından “Hoşça kal!” diyor nasırlı eliyle elime bir kaç hafif vuruşla dokunurken. Bir camın buğusuna yazılmış gibi akıp siliniyor “hoşça” sözcüğü. “Kal” kalıyor geride. Daha önceki gidişi gibi, kalakalıyorum.


Sandalyesini bacaklarıyla geriye itip ayağa kalkıyor. Ben hâlâ kolçaklı sandalyenin beni kucakladığı yerdeyim. Hatırladığımdan daha kısaymış boyu. Biraz kilo da almış sanki. Arkasını dönüp kafenin çıkışına doğru ilerliyor. Çıkmadan son bir kez bakar mı bana ya da geri gelir de gözyaşları içinde sarılır mıyız diye romantik hayaller kuruyorum arkasından. Kafeyi hızlı adımlarla terk edip kalabalık caddede gözden kayboluyor.


Oturduğum masanın tuhaflığı yerini küflü bir yalnızlığa bırakıyor. Ahşap masaya damlamış kahve telvesi gözüme çarpıyor, tırnağımla kazıyıp temizliyorum kahverengi yuvarlağı. Yok olan lekenin hemen yanında duran pembe saç tokasına doğru kayıyor elim. Avucuma alıp seyrediyorum bir süre. Sonra gevşemiş lastiği iki tur döndürüp saçlarımı sımsıkı atkuyruğu yapıyorum. Camdan yüzüme vuran güneşe ve o bir türlü gelemeyen kışa bakıp gülümsüyorum her şeye rağmen. Bir şarkı takılıyor dilime eskilerden: “Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler…”

Schoolgirl with Books
bottom of page