Hava buz gibi. Özellikle sabah erken saatlerde böyle. Yatağımdan kalkmak zor geliyor. Tam karşımdaki askıya takılıyor gözüm. Biraz kendime geliyorum. Akşamdan ütülediğim kıyafetlerim. Beyaz gömlek, siyah pantolon. Uzun zaman olmuştu ütülü bir şeyler giymeyeli. Unutmuşum böyle hissetmeyi. Şaşkınım. Mutluyum. Üstelik iş yerim evime sadece birkaç metro durağı uzaklıkta. Her şey yolunda artık. Kafamın içinde bir tek soru, “Yapabilecek miyim?” Daha önce hiç bulunmadığım bir ülkenin, ismini bile duymadığım bir şehrinde çalışmaya başlıyorum. Bu nasıl oldu? Ne zaman geldim buraya? Her neyse. Oldum olası sevdim butik kafeleri. Sıcak, huzurlu. Bu defa masada oturan değil, masaya servis yapan olacağım. Roller değişiyor, hepsi bu. Evet garson oluyorum. Başka çarem kalmadı. Bir yerden başlamaya karar verdim artık. Üstümden kocaman bir yük kalktı. Oh be. Düşüncesi ne güzel. Şimdilik bu kadarı yeter. Kendime de sevdiklerime de daha fazla eziyet etmenin bir âlemi yok. İyiyim. Çalışmak gibisi var mı? Evet evet, başlamam gerekiyordu. Mutfağa geçiyorum. Hızlıca bir şeyler çıkarıyorum tezgâha. Bir dilim ekmek, peynir, domates. İştahla yiyorum. Hazırlanıp çıkıyorum. Güzel olacak. Hem bir seneye kadar döneceğim. Döndüğümde iş bulma şansım olacak. Dil öğreneceğim burada. Bilet sırasında benden başka üç kişi daha var. Biletimi alıyorum. Trene atlıyorum. Şehri tanıyorum gibi geliyor. Garip. Nihayet ineceğim durak anons ediliyor. Kafe de istasyondan çıkar çıkmaz yolun karşısında olmalı. On beş dakika sonra mesaim başlayacak. Yollar bomboş. Yola atılıyorum, sonra yanımdaki kişinin ters bakışlarıyla karşılaşıyorum. Kafamı kaldırıyorum, yayalar için kırmızı ışık. Adımımı usulca geri alıp, yanımdakine gülümsüyorum. O gülmüyor. Nihayet yeşil. Karşıdayım işte. Peki kafe nerede? Yok. Yerinde aynı adı taşıyan bir çamaşırhane. “Tatlı Düşler.” Kapıyı tıklatıyorum. Ses yok. İttirince açılıyor, içeri giriyorum. Karanlık, terkedilmiş bir bekleme salonu. Cesaretim nereden geliyor? Bir kere ülke dışına çıktım, gerisi çorap söküğü. İçeride bir kapı daha görüyorum. “Alis Harikalar Diyarında.” O kapıyı da açıyorum. Sıra sıra dizilmiş bir sürü çamaşır makinesi. Para ile çalışıyorlar. Her birinin yanında para atma paneli. Birkaç makine yıkama yapıyor, bazıları işini çoktan bitirmiş. Köşede bir sürü plastik çamaşır sepeti. Hepsinin rengi vişne çürüğü. Dışarı çıkmak istiyorum, içeri girdiğim kapı yerinde değil. Odanın çapraz köşesinde bir kapı daha. Neler oluyor yahu? “Kimse yok mu?” diye sesleniyorum. Ses yok. “Bu işte,” diyorum. Teknolojinin marifeti. Yine kapıyı açıyorum. Doğru kapı bu. Çünkü sonunda insanlar var. Çamaşırlarını almaya gelmiş öğrenciler ve bir de yaşlıca bir beyefendi oturmuş bana bakıyorlar. Niye ses çıkarmadılar? Başından beri buradalar mıydı? Tuhaf. Herkesin sepeti kucağında, bembeyaz çamaşırlarla dolu. Çamaşırların ortasında bir kâse, kâsede vişneler. Hepsi hem beni izliyor hem de vişnelerini çamaşırların üstüne akıta akıta yiyorlar. “Dikkat edin, vişne akıyor,” diyorum. Devam ediyorlar. Üzerimde bomboş bakışlar. Sonra oradan çıkmak için arkamı dönüp kapıyı ittiriyorum. Tiz bir ses kulaklarımı tırmalıyor. Yataktan düşmek üzereyken uyanıyorum. Makineye çamaşır koymuştum. Makine, “Bittim ben,” diye bağırıyor. Ben de bittim, tamam geliyorum. Zar zor kalkıyorum ayağa. Şu sesi bir an önce susturmam gerek. Çamaşırları sepete alıyorum. O an aklıma geliyor. Beyaz bluzum. Bulup çıkarıyorum. Al işte, vişne lekesi çıkmamış. Olmamış. Çamaşırların hepsini sepete boşaltıp, makinenin kapağını da ayağımla ittirip banyodan çıkıyorum. Yeniden yatağıma gidiyorum. Nasıl olsa zamanım bol. Gitmem gereken bir yer yok. İş bulamıyorum. Yeniden bir rüya görmeyi ümit ediyorum. Bu defa resim öğretmeni olmayı isterim. Ne de olsa mesleğim bu.
Cemile Koçer
Comments