Âdem'in Torunu - Yonca Tandoğan
top of page
Schoolgirl with Books

Âdem'in Torunu - Yonca Tandoğan




Sent Antuan Kilisesi’nin çanı on ikiyi vurduğunda elektrikli tramvay Beyoğlu’ndan Tünel’e doğru yavaşça ilerliyordu. Vatman kornayı çaldı. Atlı tramvaydan kalma âdetle yolda yürüyenlerden biri muzırca “Varda!” diye seslendi. Biletçi güldü, elindeki parayı saymaya devam etti.


Tramvayın hemen ilerisinde Âdem Efendi, yularından tuttuğu Haflinger cinsi yaşlı emektarı usulca çekti. Atı, iki gün önce elinde ne var ne yoksa verip satın almıştı. Daha yeni yeni birbirlerinin huyuna suyuna alışıyorlardı. At, Arnavut kaldırımlarında tırısta yürürken arkasından gelen seslerden ürküp yana kaçınca adam dengesini kaybedip söylenmeye devam etti.


Çok değil, bir buçuk saat önce yola çıktıklarında açık olan hava kısa sürede puslanmış, yerler hızla beyazla kaplanmaya başlamıştı. Mübarekler gökyüzünden semazenler gibi yavaşça döne döne iniyorlardı. Mahlukatın geride kalanı ise hızla gidecekleri yere varma gayretindeydiler.


Bir tek Âdem, bir tek o acele etmiyordu.


İyice yaklaşan tramvayın sesi yine gelince at tekrar huzursuzlandı. “Duydum, duydum. Bir zamanlar sen de tramvay vagonu çekmişsin. Eski sahibin söyledi önceki sabah. Emekli etmişler seni. Sen tramvaydan, ben maariften tekaüt olduk ama bak yine yollardayız.” Nuh Nebi’den kalma ceketinin yakasını yukarı çekti.


“Hem de bu havada. “


Lapa Lapa kar yağışı sessizliği doldurdu.


Ağzından buhar çıka çıka konuştu adam. “Hadi sen bu yollara, bu yüklere alışıksın. Ya ben? Beni tanıyan olursa ne diyeceğim?” İçini sıkıntı bastı. Kasketini yüzüne doğru eğdi.


Kar yağışının artmasına seviniyordu. Herkes hızla yollardan çekilsin, ortalıkta tanıdık bildik kimse olmasın, Arnavut kaldırımları bir tek onlara kalsın istiyordu.


“Neyse çok yolumuz kalmadı. Yavaş yavaş geçtik mi sağa döneceğiz zaten. Oradan sonrası yokuş aşağı.” Tanıdık birilerine rastlamamak için yolu, bildik kahvehaneler sokağı yerine daha uzak olan yokuşlu sokağa çevirmişti. Havayı soludu. Geriye doğru bakıp arkada, arabanın içinde dizili duran, üstleri örtülü yükünü kontrol etti gözüyle. “Elbet öğrenecekler. Bir gün olacak, başıma gelecek ama hiç değilse bugün olmasın.” At başını salladı.


İstanbul
İstanbul/Fotoğraf: Ara Güler

“Biliyorum, sen de ben gibi yorgunsun. Şu tavukları bir teslim ettik mi…” Tavuklar sanki onlardan bahsedildiğini anlamış gibi gıdakladılar hep birlikte. Kar tanelerinden biri Âdem’in yüzüne, dudaklarıyla burnu arasındaki açıklığa geldi. Eliyle kar tanesini yakalamak isteyince parmağı liseyi bitirdiğinden beri kesmediği bıyığını aradı ama yoktu.


“Torun…” devamını getiremedi cümlesinin. Boğazı düğümlendi, sustu bir süre. Elini iç cebine attı. Kalan üç sarma sigaradan birini alıp yaktı. Kafasından bir hesap yaptı. Sabahtan beri diğer dördünü ciğerine yarenlik göndermişti. Derin bir nefes çekti. Beyaz semazenlerden biri döndü döndü, sigaranın kırmızı ateşinin ucuna gelip yok oldu. Adam bunu fark etmedi bile. Âdem hallerine üzülüyordu.


“Torun haberini duyunca sormuştu dayısı; ‘Atlı mı geliyor, yaya mı?’ Öyle derler; atlı gelirse oğlan, yaya gelirse kız evlat.” Kar tanesi gözüne geldi. Gözü yaşlandı.


“Atlı geldi. Görecektin bizde nasıl bir düğün bayram.” Bir nefes daha gönderdi ciğerine.


“Sonra sünnet yaptık, o zaman Tramvay’da çalışan Ethem İbrahim bir at getirdi. Katanaydı getirdiği. Ona bindirdik de gezdirdiydik. Ne çalım, ne sükse. İnmek istemediydi.” Ağzından bir kıkırtı çıktı. Sonra yaptığından utanır oldu. Yüzündeki gülme soldu. Eli tekrar dudaklarının üstünde bıyıklarına gitti. Boştu. İnsanın burnunun altı bile üşüyordu bu havada.


“Kestik bıyığı…” dedi sıkkın bir sesle. “Gidince…”


Sessizlik.


“Kuş palazı dedi doktor. Şuncağız el kadar kalmıştı zati, nefes alamaz, konuşamaz oldu; yemeden içmeden kesildi. Ağzının, boğazının içi gece karası gibi renk oldu. Kuş kadardı ya, kuş gibi de teslim etti ruhunu.”


Beyaz semazenler döne döne kapladılar gökyüzünü. Kar yüklü bulut daha da aşağılara indi. Gün iyice gri örtüsüne büründü Beyoğlu’nun koşuşturmacası içinde. Ağzından dumanlar çıkarken yanındaki ata baktı Âdem Efendi. İç yenini karısının dün akşam yamaladığı eski ceketinde adamın aşağı sarkan omuzları dikleşti kısa bir an.


“Ama seni bilenler ‘hiç hasta olmaz’ diyorlar. Sağlamdır. Taş gibidir, baytar nedir bilmezsin diyorlar. Cinsinden böyleymiş; atandan, soyundan.”


At anlamış gibi, öyleyim der gibi başını salladı.


“Ben de hiç hasta olmam bilir misin? Ama işte torun…” Bir derin nefes daha ucu harlı sigaradan. O sırada imam öğle ezanını okumaya başladı.


“Sakın paşam,” dedi Âdem Efendi, “sakın sen de hastalanayım deme! Elimizde avucumuzda ne varsa sana yatırdık. Çoluğun çocuğun, kalanın rızkını.” Sesi iyice kısıldı.


At arabasının arkasındaki tavuklar hep birlikte seslendiler. Eli yine bıyığının olduğu yere gitti.


“Bizde âdettendir. Hanede yas olursa aile reisinin bıyığı, hanımının saçı, atın da kuyruğu kesilir. Senin kuyruğu keseceğiz eve varınca. Ben bıyığı hanım da saçını çoktan kesti. Daha o gece, beklemeden yaptık acımızdan. Yarın kırkı olacak.”


Sustu adam. Âdem olmanın zorluğu tekrar eski ceketinden içeri girip omuzlarına yüklenmişti.


Ezan devam ederken durmadılar, yavaş yavaş ilerlediler. Kar yağışı tipiye çevirdi. İnsanlar hızla yanlarından geçiyor, etrafı saran beyazlıkla havaya dolan kasvetli grilik artıyordu. Havaya baktı. Yüzüne buruk bir gülümseme yerleşti.


“Sana ne isim koyalım o kısmı düşünüyorum sabahtan beri. Eski adını söylediler de sevmedim ben onu. Haylaz. O nedir öyle?” Durdu. Hayvan da durdu. “Cık,” dedi sesli bir şekilde. “Bir başka isim bulmak lazım sana.”


Kar yağışı hızlandı.


“Köroğlu vardır, bir deli ozan, onun misal, atı sudan çıkıp gelmiş yani dayanıklıdır, efsunludur derler. Onun atının adını mı versek?”


Ata doğru baktı.


“Ya da Battal Gazi derler, atalardan bir yiğit kişi, onun atı, Aşkar, tam kırk gün güneş görmeyen ahırda ıslah edilmiştir. Sen de zorlukları aşmışsın, Aşkar da diyebiliriz. Ne dersin?”


Sessizlik.


“Çok eskilerden Akkula ya da Şubar?”


Tavuklardan gıdaklamalar duyuldu.


“Aslında gönlümden geçen...” Son bir nefes alıp izmariti ayağıyla ezdi.


“Burak.” Atın yularını çekti. At durdu.


“Peygamber efendimizi Miraca çıkaran at.” Kafasını iki yana salladı. “O da olmaz. E ne diyeceğiz biz sana şimdi?” Düşünceli gözlerle ata baktı


“Torun olsaydı o bulurdu güzel bir şeyler.”


Torun dediği anda at adama çevirdi bakışlarını. Durdu. Adam da durdu, ata baktı.


“Torun?” kafasını salladı hayvan.


“Hah,” dedi Âdem Efendi “işte şimdi anlaştık. Torun senin adın.” Hayvanın kardan ıslanmış yelesini, başını sevgiyle okşadı. Beyaz semazenler havada usul usul dönmeye devam etti. Yirmi altı numaralı tramvay yetişti arkalarından. Adamın parmakları sızladı soğuktan. Dudaklarının üstü zaten çoktan buz kesmişti. At, kalınlaşan beyaz tabaka üstünde tırısta izler bırakarak ilerledi. Tavuklardan hiç ses çıkmadı. Hızla geçti yanlarından insanlar, telaş içinde.


Bir tek Âdem, bir tek o acele etmedi.



Yonca Tandoğan

Schoolgirl with Books
bottom of page