“Uyudun mu ağabey? Karnımda davullar çalıyor. Hasan ağabey?”
Bana sesleniyordu Esat. Yatağına sığamadığı gecelerde yaptığı gibi yine umutsuzca karyolasının kenarına oturmuş, çelimsiz elleriyle ranzanın demirini kavramış, çıplak ayağını soğuk zemine basmış, titriyordu. Yüreğiyse sıcacıktı onun. Okulda en çok onu sevmiştim.
Saf bir çocuktu Esat. Kalbi çok temizdi ama aklı bazen pili bitmiş saat gibi olurdu. Tipten de kaybederdi. Sanırsın dünyaya gelirken yaradan kemikle deri arasına et koymayı unutmuş. Yüzündeki kırmızı sivilcelerin sıklığından teninin rengi seçilmez, hele bazı sabahlar içi irin dolmuş koca tümsekleri patlatınca da suratına bakılmazdı. Çocuklar çok dalga geçerlerdi, “Ulan Esat, sen bize çaktırmadan sabah briyantin mi sürüyorsun saçlarına? Nasıl bu kadar parlak oluyor?” Hepsi haftada bir yıkanırdı ama onunkiler başkaydı. O halini görsen eve sokmazdın.
“Ulan, amma kafa ütüledin. Anladık. Benimki de gurulduyor. Yat zıbar,” diye öfkeyle söylenip, yorganıma iyice sarılıp duvara doğru dönmüştüm.
“Senin ananın bazlaması olacaktı be ağabey bu gece. Köşedeki bakkaldan da ucuzundan bir helva. İçine koyup gömdük mü, alev fışkırırdı midemizden.”
Heyecanlanmıştı Esat. Ranzamın başına gelip tepeme dikiliverdi. Yorganı açıp, oturdum yatağın içinde, yüzümü yüzüne çevirdim.
“Memleketten gelirken yanımda getirdiğim bütün yiyecekler bitti aslanım. Sırf bende değil, kimsede bir şey kalmadı. Zaten ne kadar vardı ki! Yarın akşama ekmek arası halledeceğiz işte bir şeyler.” Pansiyonda beni en çok zorlayan yemekler olmuştu. İlk haftalar akşam yemeklerine iniyordum inmesine de...
Okuldan gelince pansiyonun bahçesinde diğer çocuklarla kan ter içinde kalana kadar top koşturuyor, çok acıktığımda da yemekhaneye gidiyordum. Çıkan yemekleri iştahla olmasa da karın tokluğuna yiyordum. Ta ki tabağımda hareket eden o kurdu görene kadar. İlk fark ettiğimde hiç sesimi çıkarmadım; ayaklarını karnına çeke çeke ilerlemesini izledim ve o gece aç yattım. İki gün sonra, pişmekten grileşmiş pırasa yapraklarının arasına gizlenmiş karafatmayla karşılaşınca, pansiyonu ayağa kaldırdım. Gece gece müdürü oraya getirttim, bağırdım, çağırdım ama o gece bütün çocukların karnında çalan zillere engel olamadım.
Çıplak ayaklarımı ranzadan aşağı sallandırıp kenara doğru oturdum. Elimle yatağa vurup Esat’ı da yanıma çağırdım. Usulca geldi, oturdu. Hiç ikiletmezdi sözlerimi. Benden bir sınıf büyük olmasına rağmen “Ağabey” derdi.
“Param yok benim ağabey, bitti. Yerim çıkan yemeklerden. Kurtlara, yemeğin içindeki kıyma gözüyle bakınca bir şey olmuyor. Siz yiyin ekmek aranızı.”
“Başlatma ulan kıymandan, kurdundan, gece gece dövdürtme kendini. Sana da ayarlayacağım diyorum. Paralar bitene kadar bey paşa gibi yiyeceğiz.”
Sağ kolumu Esat’ın omzuna atmış, elimle kafasının arkasından öne doğru ittirmiştim böyle.
“Hadi git yat, çek yorganı kafaya, rüyanda gittiğimiz köfteciyi gör. Ay başında götüreceğim seni yine.”
Ortaokul ve lise hayatım boyunca kalacağım Ürgüp’e her yeri eskimiş dikdörtgen bir bavulla gelmiştim. İlk gelişte hem kalacağım pansiyonu görmek hem de kaydımı yaptırmak için babam da vardı. Bir daha hiç gelmedi, gelemedi. Param bitmez, bir aksilik olmazsa hep ben giderdim yanlarına; yuva sıcaklığını özledikçe, onları görmek istedikçe.
Dışardan ilk gördüğümde, üç katlı, dış sıvaları dökülmüş bina konak gibi gelmişti. Her bir duvarı başka renkti; biri sarı diğeri yeşil renge boyanmıştı. Binanın en alt katı yemekhane diğerleri yatakhaneydi. Yatakhanede odalar geniş bir hole açılır, holün ortasında odun ya da tahta parçası bulundukça da bir soba yanardı. Bir tane de tuvaletle beraber banyo. Soğuktan ve kokusundan orada hiç yıkanmadım. Kimse yıkanmazdı. Biz sadece tuvaletlerimizi yapardık. Haftada bir gün okula yakın hamama gider, orada paklanırdık. Pansiyonun müdürü ayarlamıştı; pazar günleri ve bir saat. Bu kadar çocuk o kadar kısa sürede yıkanır, çıkardık. Yine de bütün bu şartlar hâlâ bizim evden iyiydi.
Durum böyle olsa da anamdan, evden hiç ayrılmak istemedim. Üçüncü çocuk olunca onlar için pek fark etmemişti. İlkokulda başarılıydım. Öğretmenlerim parasız yatılı sınavına soktular ama anca Ürgüp Lisesini kazanabildim. Evde ders çalışabileceğim hiçbir yerim yoktu. İki göz odaydı, ev kalabalıktı; kardeşlerim, her gece çakır keyif gelen babam, uykusunda tıslayan yatalak bir ninem, ninemin zekâ özürlü, yaşı hayli ilerlemiş diğer oğlu, bastonu sadece uyurken elinden düşen, horultusuyla evi inleten zebellah gibi bir dedem vardı. Yere serilmiş, kardeşlerimle sıraya yattığımız yatakta uyumaya çalışmak çok zordu. Bu eve gelin gelen, herhalde kaçardı.
Yanımda getirdiğim harçlık ancak on beş gün yeterdi. Helva ekmek, peynir ekmek. En babası ekmek, peynir, domates olurdu. Fırıncı bazen bedava ekmek verirdi, işte o artan parayla domates alırdık. Otobüs bileti için gereken zulayı hep ayırırdım. Eve gidememek en büyük kâbusumdu. En çok anamı özlerdim.
Pansiyonda sözüm pek dinlenirdi. Benden büyük çocuklar da vardı ama müdüre karşı herkesin hakkını savunup, bir şeyler koparınca liderleri bellemişlerdi. Ben de bu durumdan pek hoşnuttum, fıtratımda var. Öyleyim ne var?
Pansiyona gelirken anam yanıma üç takım çamaşır, iki pantolon, iki kazak, bir de gömlek koymuştu. İki çarşafım, yastık kılıfım, bir tane de yorgan kabım vardı. Çamaşırlarımız karışmasın diye isimlerimizin baş harflerini işlettirmişlerdi. Tam bir haftada tamamlayabilmiştim. Yine de hamarat sayılırım. Esat’ın işlemesi çabuk bitti. İki takım çamaşırı, bir pantolonu, bir gömleği, bir de çarşafı vardı. Çamaşırlarımız haftada bir yıkanırdı. Pansiyona gelen abla, kollu ve merdaneli makineyle bir gün boyunca o kadar çocuğun kirlilerini yıkamaya uğraşırdı.
Bir sabah uyandığımda Esat’ın hâlâ yatakta olduğunu gördüm. Soğuktan üşüttü, hastalandı sandım. Pansiyon o kadar soğuk olurdu ki; sabah kalktığımızda dışarıyı görebilmek için camdaki buzları kazımamız gerekirdi. O cılız vücudu bu kadar soğuğa dayanamadı diye düşündüm. Ciğerimdeki maraza o günlerin eseri.
“Esat hasta mısın oğlum? Ateşin mi var? Bakayım!”
Elimi alnına koydum, sıcak değildi.
“Okula gitmeyeceğim bugün. Canım istemiyor.”
“Tepemi attırma benim! Ne demek istemiyor? Kalk çabuk,” diye sesimi yükseltip kalkması için elimi uzattım.
“Yok ağabey, vallahi gidemem.”
Tam üzerine doğru eğilip elimi kaldırmışken en kısık sesiyle başladı dökülmeye. Meğer, bir gün önce çamaşırcı ablanın yıkadığı pantolonu kurumamış. Gece soba da yanmadığı için yorganının altına almış onu. Pantolonun neminden mi soğuktan mı bilinmez, altına kaçırmış Esat. Hem giyecek şeyi olmadığından hem de diğer çocuklar dalga geçmesinler diye kalkamıyormuş.
“Bende fazla bir tane var. Belki biraz büyük gelebilir ama hallederiz. Kalk sınav var.”
Esat başı önde, kamburu çıkmış haldeyken yorganın altından sıyrılıp, kalktı. Üzerindeki çişli pijamasını çıkarıp top yaptı, döşeğinin altına sokuşturdu. Ona uzattığım, kollarını aşağıya sarkıtınca ikisi de belinden içeri rahatça giren pantolonu çabucak üzerine giydi. Bir o haline bir de yüzüme bakıyordu.
Pantolonun belini yıpranmış kemeriyle iyice sıkıp üstünden akıp gitmesini önlemiş, uzun olan paçalarını da içine doğru kıvırıp harf işlemekten kalan iplikle tutturmuştum. Okulda tuvalete gitmemesi için de sıkı sıkı tembih ettim. Pantolonun kemerini bir çözerse bir daha toplayamaz diye korkuyordum. Akşam pansiyona geldiğinde yarım saat tuvaletten çıkamadı Esat. Böyle de söz dinlerdi. Bana, Hasan ağabeyine saygısı büyüktü. Bu saygı, diğer çocukların onu ezmesine karşı da koruyordu. Haksızlıklara karşı çıkmak, mazlumun yanında olmak zor olsa da bana kendimi iyi hissettiriyordu.
Okuldaki kızlar arasında popülerliğim ne kadar yüksekse Esat’ınki o kadar iticiydi. Hiçbiri ona bakmazdı. Diğer çocuklar sanki ona bir kızdan mektup yazılmış gibi yapar, onunla adice eğlenirlerdi.
Lise son sınıfa kadar Esat’la arkadaşlığımız kıskanılacak düzeyde devam etmişti. Esat yaş aldıkça himaye edilmesi gereken durumları azalmış ama saflığı ve temiz kalbi hiç bozulmamıştı.
Günler, okuldaki diğer çocuklar ve Esat’ın maceralarıyla akıp gitmiş, okul bitmiş, onun pansiyondan ayrılacağı gün gelip çatmıştı. Bir gece önce sabaha kadar konuşmuş, benim okul da bitince İstanbul’da buluşup dostluğumuzu devam ettirmeye sözleşmiştik. Üniversiteyi o şehirde kazanacağımı daha o günlerden biliyormuşum sanki.
Okurken, işe girince hep dedektif gibi izini sürdüm. Elimde sadece yaşadıklarını söylediği semtin adı vardı. Gittim, sokaklarında dolaştım. Nasıl bulacağımı düşündüysem artık? Bulamadım tabii ki. Ne yapıyor, iyi mi, o da benim gibi evlendi mi, eli bir iş tuttu mu? Merak ediyordum. Başarılı bir iş adamı olduğumu, huzurlu bir yuva kurduğumu duysa eminim çok sevinirdi.
Yaşadıklarıma hiçbir zaman hayıflanmadım, pişman olmadım, “Keşke” demedim. Bir tek, “Keşke Esat’ı bulabilseydim,” dedim. Bu yüzden, dolabımda hep bir sade helva, mutfağımda da bir ekmek bulunur. Kim bilir?
Şebnem Oral
Comentários