Hicran-Banu Kalkandelen
top of page
Schoolgirl with Books

Hicran-Banu Kalkandelen




Sabah esintisinin serinliğine kapılan bulutların arasından güneş parıldıyor. Uçuşan yapraklar sonbaharın sarı, kızıl renklerini giyinmiş. Havada geceden kalan yağmurun ıslak kokusu… açık vasistastan gelen rüzgâr ile uçuşan tüller… insan seslerine karışan araba sesleri… hızla geçen bir otobüs…


Yattığı yerde gözlerini açıp açmamak arasında kararsız, gerindi. Omzunda geceden kalan hafif bir ağrı. Kalkmak lazım. Doğrulup ayaklarını yataktan aşağıya sarkıttı. Dışarıdan gelen kuş cıvıltılarında kulağı. Sabahlığını üzerine geçirip banyoya gitti. Aynada kendine baktığında gözlerinin içine gizlenmiş bir yabancının bakışlarını yakaladı ama aldırmadı. Hafifçe kaşlarını boyayıp, uçuk pembe bir rujla dudaklarını ve yanaklarını renklendirdi.


Kahvaltı hazırlamaya başlamadan kızının odasına girdi.


“Hadi bakalım uykucu, kalkma zamanı.”


“Of anne ya!”


“Beş dakikan var. Beni bir daha buraya getirme.”


Mutfakta geceden kalma tütsü kokusu. Önce çay suyu koyayım. Buzdolabından peynir, zeytin ve annesinin yaptığı enfes turunç reçelini çıkarıp cam tabaklara koydu. Yanlarına domates, salatalık doğradı. Yumurta haşlamak da lazım ama kalmamış. Zeyno’nun sütünü ısıttı. Dünden kalan ekmeği dilimleyip kızarması için tavaya dizdi. Yarım saate evden çıkmaları gerek. Tabakları alırken içeriye seslendi, “Zeynooo!”


Yıllar önce üniversite sınavını kazandığında anne babasıyla kutlama yaptığı geceye gitti aklı. Ne kadar mutluydu. Hukuk fakültesini kazanmış, hayallerine bir adım daha yaklaşmıştı. Oysa hayat onu bambaşka yollara savurmaya hazırlanıyordu. Fabrikada çalışan babası hastalanıp birkaç ay içinde onları yalnız bıraktığında, Hicran okulu bırakıp çalışmak zorunda kaldı. Bir hukuk firmasında resepsiyonist olarak işe girdi. Burada tanışıp âşık olduğu Ali ile evlendi. Ancak Zeyno’nun doğumundan iki yıl sonra Ali’yi de bir trafik kazasında kaybedince hayatın acımasızlığını kabul ederek kendine yeni bir yol çizmek zorunda olduğunu anladı.


Önce ofislerde iş aradı. Sekreterlikten çaycılığa kadar her şeyi yapabilirdi. Ama ne bir tanıdığı vardı ne de boşta olan bir iş. Kızı ve yaşlı annesiyle kalmıştı. Bir arkadaşı vasıtasıyla girdiği gündelikçilik işine, aradan üç yıl geçtiği halde devam ediyordu.


Zeyno’yu giydirip hazırlandı. Kasım’ın sekizi, dışarıda yazdan kalma bir gün. Havada asılı toprak kokusu. Yan taraftaki çocuk parkında salıncağın zincirleri esintiye kapılmış gıcırdıyor.


Yaprakların döküldüğü ağaçlı yoldan kızının okuluna kadar yürüdüler. Zeyno ezilirken çıkarttıkları sesi sevdiği için yerdeki kurumuş yapraklara basarak ilerliyordu. Bazen de annesinin elinden kurtulup kollarını açarak koşuyor, onlar sağa sola uçuştukça kahkahalar atıyordu.


Kızını öğretmenine teslim ederken, “Anneannesi gelip alacak çıkışta,” demeyi ihmal etmedi.


Durağa gelince bir sigara yaktı. Daha on dakikası var otobüsün. İki sigara içilir. Güneş yüzünde dans ederken karşı parkta bulunan su havuzunun fıskiyeleri çalıştı. Akan suya takıldı gözleri.


Düşüncelere takıldığını fark edince telaşla gerçekliğe döndü. Yaklaşan otobüsün numarasına dikkatlice baktı. Geçen sefer dalgınlıkla yanlış otobüse binip dünya kadar vakit kaybettiğini hatırladı. Yaşlılar yapar böyle şeyleri, oysa ben gencim daha.


Çalıştığı eve geldiğinde kapıyı yeşil sabahlığıyla Seval Hanım açtı.


“Günaydın,” dedi Hicran gülümseyerek.


“Şekerim, yarım saat geciktin.”


“Trafik malum, işim bitmeden gitmem.”


Seval Hanım bir şey demeden salona geçti. Öğlene kadar üzerinden çıkarmadığı saten sabahlığının etekleri uçuştu. Bir sigara yaktı. Hicran hemen üzerini değişip kahvesini yapmaya mutfağa koştu. Şimdi kahvesi gecikti ya, başı tutar maazallah.


“Buyurun Seval Hanım.”


“Sağ ol şekerim. Bugün çok iş var çok. Ah nasıl da başım ağrıyor.”


“Ben hepsini hallederim, merak etmeyin siz.”


Mutfağa döndü. Kahvaltı sofrasını toplamaya başladı, bulaşıkları makineye dizdi. Tezgâhın üzerini sildi. Mutfağı toparladıktan sonra banyoya girdi. Yerlerdeki giysileri kaldırdı, kirlileri yıkanmaları için ayırdı. Tam yatak odalarına geçmişti ki Seval Hanım’ın kızı Ebru esneye gerine kapıda belirdi.


“Günaydın Ebru Hanım.”


“Gün aymıyor be Hicran, bir kahve mi yapsan?”


“Tabii, hemen.”


Anne kız salonda uyanmaya çalışırken, Hicran bir iç çekti.


Öğlen olduğunda arka odaların temizliğini bitirdi. Yemeğini hazırlamak için mutfağa girdi. Dolaptakileri ısıttı. Salatayı yaptı. Doğraması için ayrılan sebzeleri ayıklamaya başladı bir yandan. Fasulyeyi, patlıcan ve biberleri pişirilmeye hazır etti. 


“Senin o yalancı imambayıldıdan yapsana,” diye seslendi Seval Hanım. “Pek güzel oluyor.”


Yemeğini hızlıca yedi. Bir kahve yaptı kendine şekerli. İçerken Ebru daldı mutfağa.


“Oh hanım, keyif mi yapıyorsun?”


“Biraz soluklanıyorum,” dedi Hicran.


Ebru sevimsizce sırıtıp içeri gitti.


Bir müddet gürültüyle eşyalarını aradıktan sonra, “Anneee, ben çıkıyorum,” diyerek kapıyı arkasından hızla çarptı.


Ne asabi şey. Hırçın hatta. Temizlikten sonra ütü de vardı. Şimdi bir de yemek istedi. Bütün gün evdesin, yemeğini yapsana. Ayıkladığı sebzelerle yemeği yapmaya koyuldu. Zeytinyağında soğanı kavurdu, biraz domates doğradı. Patlıcan ve biberleri halka halka kesip ekledi. Ardından sarımsağı katıverdi. Tamam işte on dakika sonra hazır. Neyse ki elim çabuk.


Birden aklına Ali düştü. Ne kadar özledim. Hiç kalbini kırmamış, her durumda yanında olmuş, sevgi dolu bir adamdı. Güzel severdi. Güzel kokardı. O sabah -o kara sabah- servisin yaptığı korkunç kaza ile yitivermişti avuçlarından. İçi çekildi bir an, nefesi kesildi, yaşlar doluştu gözlerine. Keşke hamile kalınca işten ayrılmasaydım.


Seval Hanım yemeğini yerken salonu toparlamaya girişti. Yerlere atılmış gazeteler, sehpanın üzerinde dergi yığınları, dolup taşan kül tablası, koltukların üzerinde çoraplar. Ne kadar dağınıklar. Toparladıktan sonra ince ince toz almaya başladı. Salonda çok fazla biblo, süs eşyası, vazo vardı ve ellediği her şeyi tam olarak aldığı yere koyması bekleniyordu. Kendi kendine güldü. Artık hepsinin yerini ezberledim. Bu eşya kalabalığının içinde favorileri vardı. Mesela sarı çiçekleri ve yeşil yaprakları olan seramik kupa en sevdiğiydi. Sonra bir kahve fincanı takımı vardı. Her bir fincan ayrı bir renk ve içleri yaldızla kaplıydı. Hiç kullanılmıyorlardı. Gene yaldızlarla kaplı yeşil camdan bir likör takımı. Bazen dakikalarca seyreder, ne kadar güzel olduklarını düşünürdü. Hepsini yerleştirdikten sonra süpürgeyi açtı. Koca salonu dip köşe süpürdü. Parkeleri sildi. Salonu tamamlayınca Seval Hanım’ın giyinme odasında üzerini değiştirdiğini gördü.


“Ben çıkacağım Hicran, makinedekileri de kurutucuya at, onlar da ütülensin. Bitirmeden çıkma sakın. Bak zaten geç geldin.”


Seval Hanım evden ayrılınca telefonundan müzik açıp kulaklıklarını taktı. Banyoya girdi. Lavaboyu, tuvaleti ovdu. Küvette Ebru’nun saçları vardı. Gideri tıkamışlardı. Asılıp çekti. Iyyhh, ne çok saç. Banyonun yerlerini sildi. Hiç soluklanmadığını fark etti. Biraz oturdu. Camı açıp bir sigara yaktı.


“Anne bana bu bebeği alır mısın? Bak saçlarına, çok güzel değil mi?”


“Bakayım, gerçekten güzel. Bak ne diyeceğim bu ay para ayıramam ama gelecek ay alacağım sana, tamam mı güzel kızım benim?”


Bu sahneyi hatırlayınca gülümsedi, akşam eve dönerken uğrayacaktı oyuncakçıya. Saatine baktı. Of, geç olmuş. Ütüleri de tamamladığında artık iyice yorulduğunu hissetti. Her tarafı kontrol ettikten sonra üzerini değiştirip çıktı. Dükkân kapanmadan yetişmeliydi.


Yağmur yağıyordu hafiften. Bir ıslaklık vardı havanın kokusunda. Dalgındı. İki gece önce rüyasında görmüştü Ali’yi. Sanki “gel,” der gibiydi.


“Yanımda olsaydı, bu kadar üşümezdim,” diye geçirdi içinden.


Karşıya geçerken sağına bakmadı ya da baktı ama gelen arabayı görmedi, ne olduğunu kimse bilmedi. Acı bir fren duyuldu, bir çığlık ardından, koşuşturan insanlar ve derin sessizlik.


Hava karanlıktı, akşam serin, kalbi ıssız.


Yan taraftaki çocuk parkında salıncağın zincirleri esintiye kapılmış gıcırdıyordu.



Banu Kalkandelen

Schoolgirl with Books
bottom of page