Son Vapur - Banu Balaban
top of page
Schoolgirl with Books

Son Vapur - Banu Balaban




O gün, önceki günlerden çok farklıydı Mehmet için.


Yokuş aşağı koşar adım ilerlerken, buz tutan yolda mokasen ayakkabılarının kaymaması için dua etti. Hiçbir aksilik olmamalıydı bugün. Onu her sabah yüzerek karşı kıyıya taşıyan 8.15 vapuruna mutlaka yetişmeliydi. Montunun iç cebinde duran zarfı yokladı sağ eliyle. Tozpembe rengini görür gibi oldu, gülümsedi.


Dün gece heyecandan yatakta döne döne bir hal olmuştu ama uyku hak getire. En nihayetinde, daha şafak sökmeden yatağın içinde doğruluvermişti. Kendi el yazısıyla bembeyaz kâğıda akıttığı şiirini bir kez daha gözden geçirmiş, memnuniyet ve gurur karışımı bir duyguyla içi ısınmıştı. Yavruağzı saten yorganı tekmeleyerek yataktan fırlamış, banyodaki çerçevesiz aynada sinekkaydı tıraşını tekrar tekrar gözden geçirmişti. Yeşil tıraş losyonu şişesinin kapağını açarken ellerinin titremesine engel olamamıştı. Çam kokulu sıvı, yüzünü ve boynunu önce yakmış, sonra da tatlı bir serinlik yaymıştı tenine.


Bir gün önce ütüleyip hazırladığı siyah takımını dolaptan çıkarıp giymiş, kravatını düzeltmiş, kalın kaşlarını yukarı yukarı taramıştı. Hazırdı. Derin bir nefes alıp sokak kapısına doğru ilerlediğinde annesi sorgulayan gözlerle yolunu kesmişti, “Kahvaltını yaptırmadan hayatta bırakmam.” Mehmet’in ağzına lokma koyacak hali yoktu ki yüreği ağzında atarken. “Vapurda yerim bir şeyler anne, canım istemiyor şimdi,” diyerek aceleyle sokağa fırlamıştı.


Yokuş aşağı yürümeye devam ederken Kasap Sezai’nin ciğerci kedisi sevgi dilenmek için bacaklarına sürtünmeye yeltendi. “Bugün olmaz Çiko, sakın paçalarımı kirletme,” diye kovaladı hayvanı. Bulut Fırın, her zamanki gibi erkenden işe koyulmuştu. Sıcak börek ve simit kokusu, acımasızca sıktı Mehmet’in midesini avuçlarında. Kalbini sıkan elin yanında bu neydi ki?


“Turşunu kura kura bir hal oldum. Göçüp gitmeden dünya gözüyle mürüvvetini göreyim a oğul!” derdi annesi her gün bıkıp usanmadan. Değil mürüvvetin bahsi, Mehmet’in hiç sevgilisi olmamıştı ki! Kadere kısmete bağlamamalı bunu, Mehmet istememişti. İçi almamıştı, gönlü kaymamıştı kimselere. Dudaklarına, damarlı ellerini öptüğü anacığı dışında kimsenin teni değmemişti. Ta ki üniversite son sınıftayken, kampüsün bahçesindeki erik ağacının altında sınıf arkadaşı Bade, Mehmet’in dudaklarına yapışana dek. Yegâne hikâyesi buydu; o da Mehmet’in iki gün ateşler içinde yanmasıyla ve mezun olduğu güne dek Buse’den köşe bucak kaçmasıyla son bulmuştu.


Bu sefer başkaydı. Kimse kalbini böyle delice çarptırmamıştı. Rüzgârda uçuşan siyah saçlar gözünün önüne gelince kızaran kulakları, korna sesleriyle yıkanan sokakta bile kalbinin gürültüsünü duydu.


Bir yerde okumuştu; dünya erken kalkanların değil, mutlu uyananlarındır diye. Bugün dünya ona aitti. Tıpkı çocukluğunda kendi kendine kurduğu rengârenk hayal dünyası gibi. O dünyada da bir başına olmayı severdi. Çünkü kimse onun hayallerini anlayamazdı, tam aksine acımasızca yıkıp bozarlardı yarattığı o büyülü evreni. “Tuhaf çocuk,” diye konuşurlardı arkasından. İnsansızlık çok da umurunda değildi. Derdini paylaşacağı ve dermanını arayacağı yol arkadaşları vardı; kitapları. Hoş, pek derdi de yoktu hayatla. İnsanın yoksa eğer, derdin de yoktur. Annesi ve öğrencileri dolduruyordu hayatını işte. Küçücük mahallesinde, kendi kabuğunda yaşayıp gidiyordu.


O sağlam kabuk, kömür siyahı saçların keskin darbeleriyle en orta yerinden çatlamış ve içeriye süzülen sevda ateşiyle tarumar olmuştu. Aşkı Sait Faik’ten, Attilâ İlhan’dan dinlemiş biri için abartılı bir romantizm sayılmazdı bu. Kitaplardaki o tarifsiz hisler basbayağı gerçekti. “Ben sana mecburum,” diyebilmenin ne olduğunu çok iyi biliyordu artık.


Yokuş nihayet düzlüğe kavuştu. Mehmet, sabahın köründe yollara düşen uykulu kalabalıklarla birlikte ana caddeyi geçip iyot kokan sahilden yürüdü ve vapur iskelesine ulaştı. Gökyüzünün kasvetli ve puslu rengi içini sıkıntıyla yalayıp geçse de hemen toparladı kendini. Bugün bambaşka bir gündü; biliyordu, hissediyordu. Martı çığlıkları eşliğinde turnikeden geçti ve vapuru beklemeye başladı. Bu sabah her zamankinden de erkenciydi.


İki ay dört gün geçmişti Onu ilk gördüğü günden beri. Hava buza kesmemişti henüz. Vapurda dışarıdaki koltuklardan birinde oturmuş, acı çay eşliğinde kitabını okumaya başlamıştı. Önce öndeki koltuktan gelen baharatlı bir parfüm kokusu burun deliklerini yakmış, sonra da siyah saçlar dalgalanarak yüzüne yüzüne esmişti. İlk defa gördüğü ve onu yaz sıcağında serin avlulara götüren bu gizemli yolcu kimdi?


Bir takıntı olmuştu her sabah onu görmek. Velev ki o gün vapura binmesin, kalbi mengenede sıkıştırılmış gibi acı çekerdi. Bütün gün çınlayan kulakları öğrencilerin sorularını duymaz olur, öğretmenler odasının sigara dumanlı uğultusu matkapla beynini delerdi. Cahit Sıtkı’dan esinle o gizemli yolcuya “Kara Sevdam” adını takmıştı. “Bir kere sevdaya tutulmaya gör, ateşlere yandığının resmidir.”


Bir salı sabahı, martılara simit atarken yan yana düşmüşler, Kara Sevda’sı ışıltılı gözleriyle selam vermişti Mehmet’e. Bembeyaz dişleriyle ne güzel gülümsemişti, sıcacık. Her şeyin başladığı gün o gündü. Ona şiir yazmaya karar verdiği gün.


Bu sabah, vapurdaki kapalı salonda her zaman oturduğu koltuk doluydu. Boş bulduğu yere ilişti. Yanındaki koltukta, kucağında tepinen çocuğu zapt etmeye ve elindeki peynirli poğaçayı yedirmeye çalışan bir teyze oturuyordu. Çocuk, ayaklarıyla tekmeledikçe Mehmet’in paçaları griye çalıyordu. Gözlerini devirip sakin kalmaya çalışırken onu gördü. Rüzgârın dağıttığı saçlarını düzelterek kapıdan girişini, yavaş adımlarla koltuğa oturuşunu, esmer elleriyle topladığı parlak saçlarını siyah bir lastikle atkuyruğu yapışını…


Yan koltuğu boştu. Kalbi delicesine atmaya başladı Mehmet’in. İçinde şiirini taşıyan tozpembe zarfı iç cebinden çıkarıp eline aldı. Yavaşça ayağa kalktı. Dört sıra önündeki boş koltuğa doğru yürümeye başladı. Yerçekimsiz ortamdaki bir astronot gibi ayakları yerden kesilmiş halde ilerliyordu. İlk iki sırayı derin nefesler alarak geçti. İki sıra sonra onun yanına varacaktı. Zarf, heyecandan terleyen elinde nemden buruşmaya başlamıştı bile. Bir sıra kaldı, diye düşünerek ilerlerken yanındaki boş koltuğa bir kadın oturdu. Kadın, Mehmet’in Kara Sevda’sına baktı, karşılıklı gülüştüler. Elindeki simitlerden birini kâğıdından tutup ona uzattı kadın. Şimdi onlarla aynı sıradaydı, yanlarında ayakta dikiliyordu. Zarfı tutan sağ eli titriyordu. Derken, aniden, Kara Sevda’sı, kadının dudaklarına minik bir öpücük kondurdu.


Öpücüğün yıldırımı Mehmet’in içindeki süt liman denize düştü, korkunç bir fırtına koptu, köpüren deli dalgalar kalbini alabora etmek için birbirleriyle yarıştı, içi buz gibi soğuk sularla doldu, kalbi gürültüyle çatırdayarak ortadan ikiye ayrıldı.


O an Kara Sevda’sı, Mehmet’i fark ederek esmer eliyle kirli sakalını sıvazladı ve başıyla selam verdi. Yanındaki kadın, “Murat, beyefendi arkadaşın mı?” diyerek Mehmet’e gülümsedi. Mehmet ise içinde kopan kasırgaya direnmeye çalışarak boş gözlerle baktı âşıklara bir süre daha. “Murat” diye fısıldadı dudakları. Sonra yerçekimine kavuşmuş adımları ve kirli paçalarıyla yürüyüp kapalı salondan açık havaya çıktı.


Vapurun düdüğü eşliğinde güverteden fırlatılan tozpembe boş zarf salına salına denize düşerken, yırtılıp havaya savrulmuş onlarca kâğıt parçasından bir tanesi bir martının turuncu gagasında göğe yükseliyordu. “Sevdam” yazıyordu biçimsiz kâğıt parçasındaki özenli el yazısında. “Kara”sı, hangi martının midesindeydi şimdi, kim bilir?



Banu Balaban

Schoolgirl with Books
bottom of page