Cafer Dayı, kuşluk vaktinde gelip, köşedeki bakkalın artan gazetelerinden kese kâğıtları yapıyor. “Kâğıtları okumaya vaktim olmuyor,” der sorulduğunda. “Dayı be, şurada ne yazıyor?” dedim geçen gün. “Gözüm görmüyor, gözlüğüm de yok be oğlum,” diye geçiştirdi. Haspam, okuması yazması yok belli. Heykellerin önüne dizilmiş, gelene geçene bakıp arada yutkunuyoruz. Pislik olsun, acısınlar, gözleri gözlerimize değsin diye. Bu insanlara böyle yapacaksın. Aptal aptal koşturuyorlar. Hepsinin yetişecek bir yeri var sanırsın, çoğu öyleymiş gibi davranıyor. Öyle değilse benim küçük kurusun. Yutkunurken cidden acıkıyorum arada, Cafer Dayı’nın midesinin gurultusunu duydukça daha bir sulanıyor ağzım. Özellikle yanında durduğumuz portakal suyu minibüsü kuyruğuna bakarsam. Önüme üç beş kuruş atıyorlar, hep bizim dayı yüzünden öyle az. Yine de çoğunluk akşama doğru topladığım parayla arka sokaktaki pideciye gidebiliyorum. Arada bizim dayıyı da görüyoruz tabii. İnsanlar bön bön bakarak geçip gidiyorlar yanımızdan çoğunlukla. Hayret ediyorum bu kadar düşünecek ne var hayatta. Tek düşündüğüm, akşamı edip, eve aç dönmemek. Bu bir yandan bende alışkanlık oldu aslında. Cebimde para olsa da buraya kuruyorum tezgâhı. Otobüsten inen takım elbiselilere bakıyorum, bir şey olabilmiş olanlara. Çocuğunun elinden tutup koşturan, uzun etekli, başörtülü, döpiyesli, kumaş pantolonlu at gibi kadınlara ya da mabadı büyütmüş, pörsümüşlere bakıyorum.
Her akşam buraya doğru yaklaşıp kese kâğıtlarının içindeki buğdaylara bakan bir çocuk var. Bizim sokaktaki bakkalın kurtlanmış buğdayları. Dayının işi işte.
“Bak, şu kurtlu buğdaylarla bir şey satıyor numarası yapıyorsun ya, benim sap gibi dilenmemi yiyen olmuyor.”
“Git evladım, başka yerde aç tezgâhını madem.”
“Aman… İyi işte ya, boş lakırdı yapıyoruz arada seninle.”
Şu çocuğun gözü gözüme değmiyor pek. Kuşlar kanat çırpınca korkup kaçıyor. Annesi, o yüzden hiç yem almıyor. Bana da cüzzamlıymışım gibi bakıyor. Herife bak diyordur. Eli ayağı tutuyor ne işi var burada, gitsin çalışsın.
“Derler oğlum, haklılar. Elin ayağın tutuyor cidden. Sen bana ne bakıyorsun, var bir şeyler geçmişte de ondan buralardayım.”
Bronz heykellerin bir uzvu zannedilecek şekilde, öylece duruyoruz. Ekşimiş karpuz gibi kokuyorum bazen. Hangi koku bastırır bunu bilmiyorum. Altı yedi kişi kalıyoruz evde, altı yedi hanzo yani. Pek öyle şarkı türkü söyleyerek, köpüklü banyo yapmaya vakit olmuyor. Okuyup, çalışıp, adam olmak heveslisi yok içimizde. Yeni taşınan bir çocuk var sadece, o da kitapçının önüne çörekleniyor. Adam elden çıkartacağı kitapları veriyormuş. Akşamları evde onları okuyor. Diğerleri hep dalga geçiyor. Bizim dayıyı da alıp, eve götüreceğim bir gün. Kaldırdığımız paralarla köpek öldüren akşamı yaparız. Benim şu kokuyu ne bastırır biliyorum, bilmez olur muyum hiç. Yeşil can eriğini ısırmak, hafif geniz yanması, yeşil sular, yüzünü ekşitmek... Bunlar var aklımda. Sonrası muamma.
Kadın, o hadi tamam. Kadınla beraber akşamları gelip, kuşlar havalanınca korkup, altına sıçan şu çocuk beni neye benzetiyor merak ediyorum. İyi giyimli, temiz gömlekli, önemli, elinde ya da sırtında çantasıyla koşturan adamlardan olmayı hiç istemedim. Öyle bir adama benzetmediği de kesin. Açıkçası beni benzettikleri şeyi bilmeyi de istemezdim. Sadece neden yaşıyorum onu bulamadım sanırım. Belki yirmi yedi yıl önce yaşamanın hakkını verecek günlerim olmuştu. Olmuş olmalı. Annemin bacaklarının arasında dolaşıp oyun oynadığım günlerde muhakkak oldu, eminim. Cafer Dayı’nın yanındaki iskemlede heykelden ayırt edilemeyecek kadar yaşam belirtisi gösteren bir adam olmayı başardıysam buraya geldiğim bir yol muhakkak var.
Sokak lambaları ve meydana bakan lambalar yanıyor o sırada. Akşam ezanı okunuyor, gözümün içine bakmayan çocuk, dayının tezgâhındaki yemlere doğru geliyor. Yaklaştığı sırada elinden kavrayıp, gözlerimin içine bakması için onu sarsmak istiyorum. Oturduğum lime lime olmuş iskemleden kalkıp, avcumdan avcuna yemleri yavaşça bırakmak ve onunla beraber kuşlara doğru savurmak. Bunu yapabilirim. Neden yaparım ki? Çocuk, yine geri geri gidiyor, yapamıyorum. Annesi, bana bakıp ne düşündüğümü anlamış gibi gülümsüyor. “Vay anasını,” diyorum bağırarak. “Kadın bana baktı.”
Cafer Dayı, bugün tam yedi kese kâğıdı sattı. Bense küçük boy rakının adını anmaya yetecek kadar. Evdeki ocağı yakamayacak, yere eğilip çöpleri toplayamayacak, tavandan mavi leğene
sızan suları boşaltamayacak kadar bir para. Hepi topu oturup nefes almaya yetecek kadar.
Elif Ceren Pehlivan
Comments