Siyaset felsefesi, ahlak felsefesi gibi insani, sosyal felsefe alanları, zayıfların güçlülere karşı korunması isteği üzerine kurulmuştur. Zayıfın güçlüye karşı korunması, hem zayıflar hem de güçlüler tarafından sayısız defa dile getirilmiştir. Entelektüeller bu eksende konulardan bahsetmiş, öğretiler ve ideolojiler bu eksen üzerine kurulmuştur. Dinlerin çıkışının motivasyon kaynaklarının en büyüklerinden biri de budur.
Peki nedir bu zayıf hakları? Zayıflar diğerlerinin umurunda mı? Güçlüler zayıfları korumak zorunda mıdır? Bu benzeri bir sürü soru kafamı kurcalıyor. Bundan yıllar önce bu soruları kendime sorsam, hoş sormaya bile gerek duymazdım. Ama diyelim ki sorsaydım, “Güçlüler zayıfları tabii ki korumalı. Bu onların ahlaki ve vicdani görevidir,” gibi beylik ezber sözler söylerdim. Çünkü okul, din ve kültür hep bu görüşleri pompalıyordu. Camide, derslikte, evde, sokakta, televizyonlarda hep iyi olmamız gerektiği, düşkünlere şefkat ve merhamet göstermemiz gerektiği tembihleniyordu. Batı bu konuda biraz daha dürüst ve gerçekçiydi, ama bizim doğu toplumları bu konuda hâlâ kitabi konuşuyordu. Benim gibi saflar da hep bu tembihlere göre hareket ediyor, buna göre kişilikleri şekilleniyordu.
Bu durum, Machiavelli'nin deyişiyle, iyi olanın yok olmasa bile büyük bir sendeleme yaşamasına yol açıyordu. Çünkü tembihlenen şeyler ve gerçek hayat arasında muazzam bir fark vardı. Bunun aksini en çok da bu nasihatleri verenler yapıyordu. İşte bu durum, yani söylem ve eylem arasındaki muazzam farkı gören benim gibiler için duruma daha gerçekçi, samimi ve dürüstçe bakılması gerektiği elzem kılınmıştı.
Zayıfları korumamız gereken bir yasa veya kural var mı? Hayır, yok. Güçlüleri korumamız gereken bir yasa veya kural var mı? Hayır, yok. Biz insanların bir sahibi veya efendisi yok. Bize verilen bir zararda buna karşı yaptırım uygulayacak bir merci yok. Bu dünyada, insanlar olarak biz bizeyiz. Yapacağımız bir suçu cezalandıracak somut bir merci yok. Elimizde olan tek şey doğa yasaları. İlham alacağımız, ona öyküneceğimiz ve ondan akıl alacağımız tek merci bu yasalar. Sorun da burada başlıyor. Doğa yasaları sorunlu. Bu yasalar rekabete göre yaşamaya ve adaptasyona göre belirlenmiştir. Sevgi, şefkat ve merhametten değil.
Yukarıdaki tembihlenen şeylerin aksini tavsiye edenleri de gördüm. Doğaya uymamız gerektiğini, ona karşı koyamayacağımızı ve bu yüzden güçlülerin zayıfları ezmeye hakkı olduğunu söyleyenleri gördüm. Hatta güçlülerin zayıfları ezmesi gerektiğini söyleyenleri bile gördüm. Nazileri gördük. Toplumdaki tüm zayıfları toplama kamplarında nasıl yok ettiklerine insanlık olarak şahit olduk.
Biri, gayet gerçekçi ve doğaya uygun olan, kolaya kaçma olarak gördüğüm görüş. Diğeri ise, sevgi ve merhamet dolu olan, kulağa hoş gelen bir tembih. Ancak bu görüş, gerçeklerden çok uzaktır ve bu nedenle sadece söylemde kalır. Hatta bu görüşün öyle bir sakıncası vardır, ki daha çok doğu toplumlarında rastlanır: Bu görüş, yaptıkları her ahlaksızlığı ahlak kılıfı arkasına gizlemede maharetlidir. “İyi olun” söylemi o kadar gerçek dışıdır ki, kişi kötülüğünü de engelleyemeyeceğine göre bir çıkar yol bulmuş ve yaptığı kötülükleri iyilik maskesi arkasına koyabilmiştir. Örneğin, öldürdüğü bir adam için “Zaten kaderi buymuş” diyebilmekte ve bunu ilahi bir düzene bağlamanın vicdani rahatlığını yaşayabilmektedir.
Doğa acımasızlık üzerine kurulmuş, dedim. Aslında bu acımasızlık değil, doğanın normal bir eğilimidir. Buna acımasızlık diyenler, sonuçları canımızı çok acıttığı için biz insanlarız. Yoksa bu tıkır tıkır çalışan bir saate neden başka türlü, daha insaflı, daha empatik çalışmıyorsun demekle aynı şey.
Hayvanlar arasında güçlü ve adapte olan, güçsüz ve adapte olmayanları ezer geçer. Bu sadece canlı varlıklar için de geçerli değildir. Bir nehrin doğması demek o nehrin onun yerine gelecek kara parçasının yerini işgal etmesi demektir. Bir başka yazımda bundan bahsetmiştim, evren işgal üzerine kuruludur. Evrenin doğasında bu vardır. Bana göre yer kaplamanın kendisi başlı başına işgaldir. Yer kaplayan nesne, onun yerine geçebilecek potansiyelleri yok etmek ve onların yerine yaşamak durumundadır.
Hal böyle iken yani doğa ve evren güçlünün güçsüzü ezmesi üzerine kuruluyken semavi dinler ortaya çıktı. Bunlardan özellikle Hristiyanlığın öğretileri dikkat çekiciydi. Öğretinin özeti şuydu: Zayıfı koru.
Yüzyıllar sonra Nietzsche Hristiyan ahlakının zavallılık ahlakı olduğunu söyleyecek, güçsüzlerin güçlülerden intikam almak için uydurdukları bir kurumdur diyecek ve Hristiyanlığı lanetleyecekti. O köle ahlakı yerine şövalye ahlakını savunacak ve bana göre doğaya uygun davranalım, diyecekti.
Açıkçası, doğaya uygun davranırsak, güçlünün yanında durmaktan ziyade şanslının yanında bir tavır takınmamız gerekecek. Doğa şanslıyı kayırıyor diyerek buna paralel bir fikir oluşturmak ve amiyane tabirle acımasız olmamız gerekecek.
Bir parantez açmak gerekirse, kimsenin şanslı veya şanssızdan yana bir teori oluşturma yetkisi yoktur. Hiçbirimiz bu karmaşıklığı anlayabilecek, onu yönlendirebilecek ve üstüne üstlük bir reçete sunabilecek yetkinlikte değiliz. Şanslı veya şanssız, güçlü veya güçsüz. Kimsenin şanslı diye, şanslının şanssızı yok edebileceği şeklinde salık verme yetkisi yoktur. Evet, avantaj şanslıdan yanadır ve bunu yapabilecek gücü vardır. Ancak yine belirtmek isterim ki kimsenin avantaja göre bir teori oluşturma yetkisi yoktur. Haddini aşan Hitler’in neler yaptığını gördük. Parantezi kapatıp konumuza dönersek.
Hristiyanlık gerçekten düşkünlerin intikamı mıydı? Bence de bir nevi öyle. Bazen düşünüyorum da sevgi, merhamet ve şefkat gibi olgular da kaynağını güçten almaktadır. Güçsüzlerin çoğunluğu zaman zaman azınlık olan güçlülere “bize merhamet edin, bize hakkımızı verin, yoksa olacakları görüyorsunuz,” der gibidirler. Yani güçsüzler çoğunlukta olduklarında güçlü tarafta olabilmektedirler; ve sonrası sevgi, şefkat sözcüklerinin el üstünde tutulması süreci başlar.
Ancak tek sebep bu değildir. İnsanlarda zayıfa karşı acıma gibi bir eğilim de vardır açıkçası. Bunu da atamız olan hayvanlardan alırız. Her ne kadar doğa acımasızca kodlanmışsa da ve bam teli zamanlarında bu acımasızlık devreye girse de, ki önemli olan da budur yani bam teli zamanlarında kişinin ne karar verdiği önemlidir; ama yine de hayvan atalarımızın gruptaki diğer üyelere merhametli davrandığı zamanlar da az değildir. Yukarıda semavi dinlerin doğaya karşı öğretiler geliştirdiklerini söylemiştim. Fakat bu gökten düşme veya uzaydan gelme bir durum değildir. İnsanın doğaya karşı olan eğilimi neticesinde bu tutumlar ortaya çıkmaktadır. Hristiyanlık yerine başka bir din olsaydı yine benzer tutumu görürdük.
Peki gerçek nedir? Öğretiler güzeldir fakat gerçek hayatta insan doğal bir varlık olduğu için acımasız olabilir ve doğaya uygun davranabilir. Bu durum söylem ile eylem arasında büyük bir uçuruma sebep olur ve insanlarda büyük bir hayal kırıklığına neden olabilir.
Hem doğaya aykırı söylemlerimiz var hem de doğaya uygun eylemlere sahip olabiliyoruz. Ben yine de doğaya aykırı davranma taraftarıyım çünkü aksi hem kolaycılık hem yenilgiyi önceden kabul etme hem de birlikte yaşadığımız için ve bu teori birlikte yaşamayı zorlaştırmayı imkânsız hale getirdiği için saçmalık olur.
Doğaya aykırı davranmalıyız, belki yapacağımız şey biraz Don Kişotvari olur ama yine de bunu denemeliyiz, çünkü biz insan türünün bizden başka kimsesi yok. Fakat bu aykırılığı söylemlerde değil, eylemlerde yapmak zorundayız.
Bunu okuyan sizler belki bu tembihimi gayet insancıl ve makul buluyorsunuzdur. Fakat bana göre bu bir çılgınlık… Evet insan türü olarak doğaya aykırı bazı şeyler yaptık ve bazıları da olumlu olan şeyler yaptık, ama doğaya aykırı eylemlerde bulunma bayağı zor bir vazife.
Ya da şimdiye kadar olan şeylere devam edelim, yani doğacılar ve doğaya aykırı söylemciler arasında bir oraya bir buraya gidip gelelim.
Şinasi Türmüş
Comments